Social Icons

Pages

TEK HECE

Posted by Adsız On 30.04.2010 0 yorum

TEK HECE

Var mı beni içinizde tanıyan?
Yaşanmadan çözülmeyen sır benim.
Kalmasa da şöhretimi duymayan,
Kimliğimi tarif etmek zor benim...

Bülbül benim lisanımla ötüştü.
Bir gül için can evinden tutuştu.
Yüreğime Toroslar'dan çığ düştü.
Yangınımı söndürmedi kar benim...

Niceler sultandı, kraldı, şahtı.
Benimle değişti talihi bahtı,
Yerle bir eylerim tac ile tahtı,
Akıl almaz hünerlerim var benim...

Kamil iken cahil ettim alimi,
Vahşi iken yahşi ettim zalimi,
Yavuz iken zebun ettim Selim'i,
Her oyunu bozan gizli zor benim...

Yeryüzünde ben ürettim veremi.
Lokman Hekim bulamadı çaremi.
Aslı için kül eyledim Kerem'i.
İbrahim'in atıldığı kor benim...

Sebep bazı Leyla, bazı Şirin'di.
Hatırım için yüce dağlar delindi.
Bilek gücüm Ferhat ile bilindi.
Kuvvet benim, kudret benim, fer benim...

İlahimle Mevlana'yı döndürdüm.
Yunus'umla öfkeleri dindirdim.
Günahımla çok ocaklar söndürdüm.
Mevla'danım, hayır benim, şer benim...

Benim için yaratıldı Muhammed
Benim için yağdırıldı o rahmet,
Evliyanın sözündeki muhabbet,
Embiyanın yüzündeki nur benim.

Kimsesizim hımsım da yok hasmım da,
Görünmezim cismim de yok resmim de,
Dil üzmezim tek hece var ismimde,
Barınağım gönül denen yer benim…
Benim adım aşk…
CEMAL SÂFİ


GEÇ KALINMIŞ PİŞMANLIK

Posted by Adsız On 0 yorum

GEÇ KALINMIŞ PİŞMANLIK
1994 Eylül'ünün sonları... Serin bir sabah... İzmir yönünden Balıkesir'e yaklaşan bir otobüs, şehrin girişindeki inşaat malzemeleri satan bir dükkânın önünde durdu. Otobüsten, uzun boylu bir genç indi. Elindeki valizden ve tedirgin bakışlarından, buranın yabancısı olduğu anlaşılıyordu. Gömleğinin cebinden çıkardığı kâğıdı dikkatle inceledi. Aradığı adrese ulaştığını görünce, yüzünde hafif bir tebessüm dalgalandı. Kapıdaki görevliden, aradığı kişinin içeride olduğunu öğrenince, sevinci bir kat daha arttı. Heyecanla titreyen eli, büronun tokmağına dokundu:
—Giriniz lütfen, kapı açık!
—İyi günler! Mustafa Bey, Denizli'den asker arkadaşınız Oktay Bey gönderdi. Size şu notu iletmemi istedi.
Mustafa Bey, eski bir dostu hatırlamaktan son derece memnun olmuştu. Ama, "Bu gence, maddî yönden sahip çıkın!" notunu da okuyunca, biraz tedirginleşti. Evet, "ekonomik yönden sıkıntı içinde olan, hem siması hem de yüreği temiz öğrenciler" için yardım ediyor hattâ yardım bile topluyordu. Karşısındaki gence, bu düşüncelerle bir kere daha baktı. "Saçları jöleli... Üzerine tokaları şıkırdayan dar bir kot takım giymiş; üstelik sigara da kokuyor." diye düşündü. Arkadaşının, nasıl olup da böyle birine sahip çıkmasını beklediğini anlayamamıştı. Yardım eli uzatılması gereken nice Anadolu delikanlısı dururken... Neyse, görünüşü tuhaf bu genci gözü tutmadığı için, hemen cevap vermektense gencin durumunu araştırmayı düşündü. Ona şimdilik sadece telefon numarasını verip; 'Sen şimdi git yurda yerleş, bir gelişme olursa, ben sana ulaşırım.’ dedi.
Daha sonra Denizli'deki arkadaşını arayıp genç hakkında geniş bilgi edinmeyi düşündü; fakat işlerinin yoğunluğundan buna bir türlü fırsat bulamadı.
Günler geçip gidiyordu. Bir iki gün sonra, aynı genç yine dükkâna geldi. Mustafa Bey, dükkânın içinde koşuşturup işçilere talimat yağdırırken, genci ihmal ettiğinin farkına bile varamıyordu. Gencin daha sonraki gelişlerinde de Mustafa Beyin işleri dolayısıyla gençle ilgilenmeyişi tekrarlanınca genç artık uğramaz olmuştu. Mustafa Bey, Denizli'deki arkadaşını bir vesileyle aradığında arkadaşı genci sormuş ve onun hakkında bazı bilgiler vermişti. Mustafa Bey, yaptığı hatayı anlamıştı; çünkü genç aslında temiz ve izzetine düşkün, arayış içinde, sahip çıkılması gereken ve istikbal vaat eden biriydi. Mustafa Bey, bunun üzerine genci birkaç gün aradı; fakat bulamayınca bir daha üstüne düşmedi.
Bu hâdisenin üzerinden uzun bir zaman geçti.
1999 Haziran'ında, sıcak bir Balıkesir akşamı... Mustafa Beyin dükkânına, iyi giyimli birisi geldi:
—İyi günler! Şehrin dışında yaptırdığım villa için, acilen alçıpene ihtiyacım var.
—Peki efendim. Şimdilik siparişinizi alalım pazartesi getiririz.
—Ama malzemeler yarın lâzım. Eğer getirirseniz, hem nakliye masrafınızı karşılar, hem de yüklü bir avans verebilirim.
Bu acil ve kârlı siparişi kaçırmamanın tek yolu, kamyonete atlayıp İzmir'e gitmekti. Nitekim o da, bunu yapmaya karar verdi.
Mustafa Bey, dükkânını kapayıp evine gitti. Akşam yemeğinden sonra, kamyonetiyle yola koyuldu. Şehrin 10 km kadar dışında karanlığın koynuna doğru ilerliyordu. Biraz sonra, üniversitenin önündeydi. Az ileride birisi, "oto-stop" çekiyordu. Yaklaşınca, yavaşlayıp oto-stop çeken kişiyi şöyle bir süzdü: Sırtındaki çantası ve tuhaf kıyafetiyle, bir ‘ucube’yi andırıyordu. Üstelik, uzun ve boyalı saçlarından, kız mı, yoksa erkek mi olduğu anlaşılamıyordu. "Hey babalık! Beni de alsana arabana!" deyince, erkek olduğunu anladı. Kendi kendine, "Terbiyesiz!" diye söylenerek, tekrar gaza yüklendi. İki yüz metre gitmemişti ki, içinden bir ses, "Dön ve o genci arabana al!" diyordu. Önce önemsemeyip, yoluna devam etmek istedi. Ama içindeki ses, daha kuvvetli bir şekilde, aynı çağrıyı tekrarladı. Durdu, geri dönüp genci arabasına davet etti. Lâkayt bir tavırla koltuğa yerleşen genç, alkol kokuyordu. Genç hafif bir sırıtmayla teşekkür etti sadece. Yola devam ederlerken Mustafa Bey, gencin makine mühendisliğinin uzatmalı beşinci sınıfını okuyan Denizlili biri olduğunu öğrendi. Bu duruma bayağı keyiflenmişti. Aklına, Denizlili arkadaşı geldi. Gence, bu arkadaşından bahsetmeye başladı. Karşısındaki gencin yüzünde birden soğuk rüzgârlar esmeye başladı. Genç sanki, şok geçiriyordu. Tam bu sırada:
—Durdur şu arabayı, durdur diyorum sana! Hemen inmem gerekiyor!
Mustafa Bey, şaşırmıştı. Ne oluyordu böyle? Acaba, karşısındakini kıracak bir sözü veya davranışı mı olmuştu? Onun gönlünü almaya çalıştı. Ama, ısrarına rağmen, gencin inme isteğinin önüne geçemedi. Gecenin karanlığında, bir ağaç kümesinin dibinde arabasını durdurmak zorunda kaldı. Genç, öfkeyle kendini dışarı attı. Mustafa Bey, ısrarla aynı şeyi soruyordu:
—Bari, niye inmek istediğini söyle!
Gencin, lâkayt tavrından eser kalmamıştı. Sesinde, yıllar öncesinden kaynayıp taşan bir öfke gizliydi:
—Bak bana, iyi bak! Beni tanımadın değil mi? Beş yıl önce kapına gelip senden yardım istemiştim. Sen ise, orada olduğun hâlde kendine yok dedirttin!
Mustafa Bey, şaşkınlıktan donakalmıştı. Kısa süreli bir düşünce felci geçiriyor gibiydi. Kendini toparlayıp, gencin hâlinden pişmanlık duyarak ondan özür dilemek istedi. Yalvarmalarına rağmen genç, karanlığın içinde kaybolup gitti. Bir süre peşinden gitmiş ama yetişememişti. İzmir'e gitmekten vazgeçip, her yeri didik didik aramaya koyuldu. Gencin gidebileceği her yere baktı. Sanki genç, yer yarılıp da içine girmişti. Ne yaptıysa, bir türlü ona ulaşamadı. Eve geldiğinde, vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Yıllar önce yaptığı bir ihmal, onun içini kurt gibi kemiriyordu.
Günler, ağır aksak da olsa, geçiyordu. O gecenin üzerinden henüz on beş gün geçmişti. Mustafa Bey, içini kemiren o büyük pişmanlıkla, her geçen dakika mum gibi eriyip tükeniyordu. O sabah da işine erken gelmişti. Kapıdaki görevliye selâm verip, odasına geçti. Biraz sonra kapıdaki görevli, sabah çayıyla simidini ve gazetesini getirdi. Görevli henüz kapıya varmamıştı ki, bir gürültüyle irkildi. Arkasına baktığında gazetenin üzerine yığılan Mustafa Beyi gördü. Koşup Mustafa Beyi kaldırdı, odadaki kanepeye yatırdı. Masadaki gazetenin baş sayfasında, kanlar içinde bir gencin büyük boy fotoğrafı vardı. Altında da, bütün olup biteni özetleyen şu cümle yazılıydı: "Makine mühendisliği 5. sınıf öğrencisi genç, oto-stop çekerken, kendisine çarpan bir aracın altında, fecî şekilde can verdi."
Veysel Ergin - Sızıntı Dergisi-Mayıs 2005


BİLGİSAYAR ve İMAN

Posted by Adsız On 0 yorum

BİLGİSAYAR ve İMAN

Cami imamı Abdullah hoca, bir iş için resmi dairelerden birine gider. Kendisinden TC kimlik numarası istenince, en yakın internet- cafenin yolunu tutmak zorunda kalır.
Cafenin kapısından girerken levhada yazılı isim 'fesubhânallah'lar, estagfirullah'lar çektirir hoca efendiye, hem de peşpeşe:
CEN.NET CAFE
Cafe işleten delikanlıya:
- Evlâdım T.C. kimlik numarası istediler benden, yardımcı olabilir misin?
- Tabi amcacım, siz şuraya oturun, şu işimi hemen bitirip sizinle ilgilenirim.

Abdullah hoca başlar beklemeye. Böylelikle bulundugu mekânı inceleme fırsatı da geçer eline. Demek ki gençlerin girip bir türlü çıkmak bilmedikleri, internet-cafe denilen yer burasıdır. Gözüne takılan her detaydan rahatsız olarak, huzursuz bakışlarla etrafını süzer durur. Evin bodrumunda kurduğu fare tuzakları gelir aklına. Küçücük bir peynire tutsak olan fareler nasıl kapandan çıkamıyorlarsa, ayrı telden, ayrı telden oyunlara yakalanan gençlerin de buradan çıkamadıklarını düşünür. Bir 'fesubhanallah' Bir 'fesubhânallah' daha çeker ve:
- Ähir zaman fitneleri işte canım, der kendi kendine.

Hoca efendinin huzursuz olduğunu fark eden delikanlı hemen bir çay söyleyince, kendisine ikram edilmesinden memnun olur. En azından bu da bir hürmet ifadesidir. 'Aferin' derken içinden, hayıflanır, istemeden:
- Yazık oluyor bu gençlere, hayatlarını heder ediyorlar.
Boşa hayıflanmanın, vah vah demenin, bir faydası olmayacağını bildiği için, delikanlıyla hasbihal etmeye karar verir:
- Delikanlı sana bir şey soracağım ama bilmem ne düşünürsün?
- Buyurun amca, ne soracaktınız?
- Sen Allah'ı bilir misin?
Birbirine girmiş, hiçbir şekle benzetemediği jöleli saçları, her baktığında bir 'fesubhanallah' daha çektiği sakal şekliyle bu delikanlıdan aldığı cevap, hoca efendiyi pek şaşırtır.
Cafeyi işleten delikanlı gülümseyen gözlerle bakarak:
- Kul, kendisini yoktan var edip hayat bahşeden, düşünecek akıl, görecek göz veren Rabbini nasıl bilmez amca?
Hayretle sormaktan alamaz kendisini:
- Biliyor musun? Peki neyle biliyorsun Allah'ı, bana bir anlatır mısın?
Delikanlı eliyle cafedeki bilgisayarları göstererek cevap verir:
- Bu bilgisayar ile biliyorum amca.
- Bunlarla mı? Pek anlayamadım.
- Bu bilgisayarların varlığı benim nazarımda Allah'ın varlığının en açık delillerinden biridir. Bilgisayar kullananlar gayet iyi bilirler amca, böyle bir makine, ancak bir mühendis ve üstün bir teknoloji ile var olabilir. Ateistin en önde gidenine sorsan, bu zımbırtının tesadüf eseri oluşmayacağını, mutlaka birisi tarafindan yapılmış olduğunu söyler sana. Meselâ Darwin kalkıp dirilse, şu laptopu göstersen, desen ki: 'Bu alet, şu hesap makinesinin tesadüfler zinciriyle evrimleşmiş hâlidir.' Darwin bile 'çüş lan deve' der.
Abdullah Hoca delikanlının anlattıklarından hoşlanmıştır. Keyiflenir:
- Bilgisayarın kendiliğinden yapıldığını kabul etmeyen adam, onu yapan insanın yaratılmış olduğuna gelince kıvırıveriyor değil mi evlâdım?
- Bak amca, burada 20 tane bilgisayar var, bunlar bir sistemle birbirine bağlı, hepsi bir program tarafından idare ediliyor. Bu sistemi ben kurdum, burayı ben çekip çeviriyorum. Buradaki düzen benden sorulur; yani bir anlamda da farz-ı muhal, haşa, buranın Rabbi benim. Bazen oyun oynayıp, interneti kullanıp para ödemeden sıvışmaya kalkanlar oluyor. Hemen yakalıyorum onları. 'Gel bakalım! Nereye gidiyorsunuz böyle? Buranın nimetlerinden faydalanıp başıboş bırakılacağınızı mı zannettiniz? 'Paramız yok abi! ' derlerse; 'Yok öyle yağma! ' deyip cezalandırıyorum. İnternet kafeyi temizletiyorum: paspas yapıyorlar, camları silip tuvaleti temizlettiriyorum. Bir saat oyunun, internetin bedeli olur, bunun hesabı sorulur da, sayısız nimetlerle dolu koca bir ömrün hesabını sormazlar mı insana? Bir kafenin bile işlerini düzenleyen, tertip eden biri varken, koca kâinatı kusursuz işleyen bu sisteminin bir kurucusu olmaz mı? Olmaz diyenin ahmaklığını bütün noterler tasdik etmez mi?
- Vallahi evlâdım pek takdir ettim seni. Peki Allah'ı nasıl bilirsin, neye benzetirsin?
-Ben Allah'ı hiçbir şeye benzetmeden bilirim amca.
- Bunun böyle olacağını nasıl bildin evlâdım?
Delikanlı eliyle bilgisayarları işaret etti:
- Yine bunlar sağ olsun. Bu bilgisayarları yapan mühendisler başka, bilgisayarlar başkadır. Birbirlerine benzemezler. Programı yazan insan başkadır, ortaya konulan program ise bambaşka. Bilgisayarda yüklenmiş bilgiler vardır, fakat benim bilmem yine başkadır. Kamerası vardır, ses düzeni vardır ama benim gözlerim ve duyup konuşmam farklıdır.

Abdullah amca çocuğun feraset ve anlayışını çok beğenmişti. Sorduğu sorulara aldığı cevaplar, gayet mantıklıydı ve berrak bir imana işaret ediyordu. Aslında buradaki işi bitmiş, kimlik numarasını çoktan almıştı; ama muhabbete devam etmek istedi.
- Peki varlığına inandığın Rabbin için ne yapman gerektiğine dair ne biliyorsun?
- Ne yapmam gerektiğini biliyorum amca, fakat ne kadarını yapabildiğim hususunda kendimi yeterli görmüyorum.
- Ne bildiğini söylersen, neler yapabileceğine dair yardımcı olabilirim belki evlâdım.
- Neler yapmam gerektiğine dair şuradan biliyorum amca: Öncelikle, Rabbim bana bir gönül vermiş. Kendisini bilmeyi nasip edip muhabbetini gönlüme yerleştirmiş. Ben de gönlümde sadece O'na ve sevdiklerine yer vermeliyim, O'nun istemeyeceği şeyleri gönlümden uzak tutmalıyım. İkinci olarak bana verdiği dili razı olmayacağı sözlerden korumalıyım. Her zaman O'nu söylemeli, O'nu anlatmalıyım. Son olarak bana verdiği bu bedeni onun razı olacağı şekilde kullanmalı, bir gün toprak olacak vücudumu O'nun yolunda eskitmeliyim. Benim bildiğim bundan ibaret.
- Ee evlâdım daha ne yapacaksın, başka bir şey kalmadı ki!
- Efendim yapmalıyım, etmeliyim diyorum ama, bal demekle ağız tatlanmıyor ki!
Gidilecek yolu bilmek ayrı, usulüyle yolda yürüyebilmek apayrı bir şey. Yine bilgisayar tabirleriyle söylemek gerekirse, Şeytan denilen melun HACKER, benim sistemimde ki NEFS virüsünü aktif hale getiriyor. Üstesinden gelebilene aşk olsun. Etkili bir anti-virus programı bulmam lazım belki de..
- Ben biliyorum, dedi Abdullah Hoca ve ekledi: "NAMAZ"
- Eveeet amca, "NAMAZ" anti-virus programlarından birisidir. Hayat sistemine kurup, günde beş kere de bağlanırızi. Böylece sürekli güncellenir.


AHTAPOT'LA AKREP'İN AŞKI

Posted by Adsız On 0 yorum

AHTAPOT'LA AKREP'İN AŞKI
Çok uzak bir adada yaşayan güzeller güzeli Ahtapot ve çok yakışıklı bir akrep birbirlerine aşık olmuşlar. Fakat ikisi de birbirinden korkuyormuş. Ahtapot akrepten onu zehirli iğnesiyle sokar diye , akrep ise Ahtapotun uzun kolları onu boğar diye.Fakat daha fazla dayanamayarak ikisi de birbirlerine kollarını uzatmışlar. Ahtapot ben kötü ihtimalle bir kolumu veririm, nasıl olsa yerine yenisi gelir, diye düşünmüş. Akrep ise ;Onun için kendimi feda edebilirim, demiş. Birbirlerini çok seviyorlarmış. O kadar mutlularmış ki bütün hayvanlar çok kıskanıyormuş onları...
Zamanla akrepten sıkılmaya başlamış ahtapot, aklında açık denizler varmış hep. Oralara gidip başka hayvanlarla tanışmanın hayalini kuruyormuş. Güzelliğini bu şekilde geçirmemek için Okyanuslara doğru yüzmeye başlamış. Terk edilen akrep günlerce sahilde onun dönmesini beklemiş. Ardından çok ağlamış fakat göz pınarları olmadığı için, hep içine akmış göz yaşları. Okyanusların en güzel sularında süzülen ahtapot yeni yerler gördükçe işte gerçek mutluluk diye düşünüyormuş içinden. Akrebi çoktan unutmuş. Derken birden bir balıkçı ağına dolanmış olarak bulmuş kendisini. Kurtulmaya çalıştıkça daha çok dolanıyormuş. Onu gemiye çekmişler. Balıkçılar ahtapotun kollarını kesip geri denize atmışlar. Kesilen kollarıysa içki masalarında meze olarak kullanılmak üzere bir restorana satılacakmış.
Canı çok yanan ve ne yapacağını bilemeyen ahtapot eski aşkı akrebe dönmeye karar vermiş fakat kolları olmadığı için yüzemiyormuş artık. Terk edilen akrepse onsuz olmaktansa ölmeyi tercih etmiş ve zehirli iğnesiyle kendisini sokmuş. Diğer hayvanlardan yardım isteyen ahtapot akrebe ulaşmak üzereymiş. Akrebin yanına vardığında ise akrebi ölmek üzereyken yakalamış. Akrep son nefesini verirken, "evet işte ben bu güzellik için kendimi feda ettim" demiş içinden. Gerçek aşkının akrep olduğu anlamış ahtapot. Ama artık ne ahtapotun onu saracak kolları kalmış, ne de akrebin onu tekrar sevebilecek kalbi...


ALLAH İÇİN SEVMEK

Posted by Adsız On 0 yorum

ALLAH İÇİN SEVMEK

Elif dikkatle okuduğu kitabı yavaşça yere bıraktı. Son okuduğunu daha iyi anlayabilmek için gözlerini bir yere dikmiş, hareketsiz donuk bir şekilde düşüncelere daldı.

Uzun süre bu şekilde düşündükten sonra hızla kitabı alıp son okuduğu yeri dikkatli bir şekilde bir daha okudu. Her okuduğunda yüzü biraz daha asılıyor, iyice anlamaya çalışıyordu.
“Kişi sevdiği ile beraber haşrolur”

Bu hadisi okuduktan sonra, sevdikleri ve sevmedikleri hanesini bir kez daha gözden geçirmesi gerektiğini düşündü. Sürekli bir arada olduğu insanlarla, alış verişte bulunduklarıyla, komşularıyla, akrabasıyla, kan bağı olanlarla ve ya bir şeklide ticari ilişkisi olanlarla da değil Sevdikleriyle beraber haşrolunmak.
Sonra bir başka hadisi hatırladı.
“Allah için sevin ve Allah için buğzedin”

Bu iki hadisi bir arada düşündüğünde biraz daha şekillendi kafasında.
“Allah için sevdiklerimizle beraber haşrolacağız” diye geçirdi içinden. Kendisinin ve çevresindeki insanların sevdiklerini ve sevme nedenlerini düşündü bir bir. Sevdiği insanlar kimlerdi ve neden seviyordu onları?

Akşamki haberlerde gördüğü bir olay geldi aklına. Bir pop star kendisini seyretmeye gelen gençlerin çılgınca katılımları arasında ve bir sunucunun onlara yaklaşarak;
- Sahnedeki şarkıcı için ne düşünüyorsunuz. Çok mu seviyorsunuz, sorusuna hep bir ağızdan;
- Sevmek ne kelime biz ona tapıyoruz. Onun için ölürüz.
Cevaplarını düşündü. Tapmak ve uğruna ölmek, bir beşer için yapılamayacak şeylerdi bunlar. Yaradan için söylenmesi gereken bu sözler bir beşer için sarf edilmişti.

Üst kattaki komşunun 10 yaşındaki oğlu geldi aklına. Odasının duvarları tuttuğu takımın futbolcularının resimleriyle doluydu. Hiçbir ayeti hiçbir peygamberi ve sevgililer sevgilisinin hayatından hiçbir kesiti bilmeyen bu çocuk, futbolcuların attığı golden transferlerine ve özel hayatlarına kadar her şeylerini biliyordu. O da bu futbolcuları çok fazla sevdiğini söylüyordu. Onun sevgisinin nedeni neydi peki?

Sonra akrabalarından Ahmet bey geldi aklına… Akraba çevresinden iki kardeş hakkında yorum yapıyordu.
- Küçük olanı çok severim ben, diyordu.
Büyük kardeş imanlı, Kur'an'ı hayatına aktarmaya çalışan.aile hayatında da eşi ve çocuklarıyla İslam’ı kendilerine yamayan değil, İslam’a kendilerini adayan ve Allah rızası kul hakkını gözeten birisi iken, küçük kardeş bunun tam zıttıydı. Alnı bir kere secdeye değmemiş, hayatında İslami hiçbir hükmü uygulamayan, aile hayatında da kendi gibi imansız birini tercih ederken evlerinde Allah’ın adının anılmadığı, kendi düşüncelerinin zıttı olan insanlarla ilişkisini koparmış birisiydi.

Ahmet bey kendisi ara sıra namaz kılan birisi olmasına rağmen,
- Ben küçük olanını çok seviyorum. Diğeri beş para etmez. Çünkü o bana ve eşime hediyeler veriyor. Hatta son olarak, karşılıksız bir telefon verdi bana. Bu devirde karşılıksız kim kime ne veriyor ki? İşte bunun için küçük kardeşi daha çok seviyorum, demesini hatırladı.
Ahmet bey, sevme tercihini menfaatine yarayan birisi yönünde kullanmıştı.

Elif, kafasında binlerce soru işareti arasında titrek bir ses tonuyla hadisi bir kez daha mırıldandı.
- Sevdiklerimiz ve sevme sebeplerimiz. Kişi sevdiği ile beraber haşrolacak.
Ardından da ellerini açtı ve dua etmeye başladı:
- Yarabbi! Sen bizi sadece senin rızan için sevenlerden eyle. Menfaatimize yaradıkları için senden uzak olanları değil, menfaatimize yaramasa da sana yakın olanları sevenlerden eyle. Toplumun putlaştırdıklarını bilinçsizce putlaştıranlardan değil, İbrahim (as) gibi bu putları yıkanlardan eyle. Yine İbrahim (as)’ın çocukları ve çevresindekiler için yaptığı duada olduğu gibi, “Rabbim beni ve benim soyumdan gelecek olanları namazlarında daim eyle. Rabbimiz sen bizim dualarımızı kabul buyur. Rabbimiz, hesabın yapılacağı gün beni, anne ve babamı ve bütün inananları bağışla...Amin.”


TUZLU KAHVE

Posted by Adsız On 0 yorum

TUZLU KAHVE

Kıza bir partide rastlamıştı.. Harika birşeydi. O gün peşinde o kadar delikanlı vardı ki... Partinin sonunda kızı kahve içmeye davet etti. Kız parti boyu dikkatini çekmeyen oğlanın davetine şaşırdı ama tam bir kibarlık gösterisi yaparak kabul etti. Hemen köşedeki şirin kafeye oturdular. Delikanlı öyle heyecanlıydı ki, kalbinin çarpmasından konuşamıyordu.
Onun bu hali kızın da huzurunu kaçırdı...
“Ben artık gideyim” demeye hazırlanırken, delikanlı birden garsonu çağırdı.
“Bana biraz tuz getirir misiniz” dedi. “Kahveme koymak için.”
Yan masalardan bile şaşkın yüzler delikanlıya baktı. Kahveye tuz! Delikanlı kıpkırmızı oldu utançtan ama tuzu kahvesine döktü ve içmeye başladı.
Kız, merakla “Garip bir ağız tadınız var.” dedi.. Delikanlı anlattı: “Çocukken deniz kenarında yaşardık. Hep deniz kenarında ve denizde oynardım. Denizin tuzlu suyunun tadı ağzımdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben. Bu tadı çok sevdim. Kahveme tuz koymam bundan. Ne zaman o tuzlu tadı dilimde hissetsem, çocukluğumu, deniz kenarındaki evimizi ve mutlu
ailemi hatırlıyorum... Annemle babam hala o deniz kenarında oturuyorlar. Onları ve evimi öyle özlüyorum ki...”
***
Hikayenin devamını ve tamamını, MERHABA YENİGÜN HİKAYELERİ isimli kitabımızda bulabilirsiniz. Kitap, Timaş yayınlarından çıktı...(a.y)


YALNIZ DEĞİLİZ

Posted by Adsız On 0 yorum

YALNIZ DEĞİLİZ

Dedim: Çok yalnızım.
Dedin: Ben ki sana çok yakınım. (Bakara-186)

Dedim: Evet biliyorum sen bana yakınsın ama ben senden uzağım, keşke ben de sana yakın olabilseydim.
Dedin: Rabbini sabah akşam, yüksek olmayan bir sesle, kendi kendine, ürpertiyle, yalvara yalvara ve için için zikret. (Araf-205)

Dedim: Buda senin yardımını ister
Dedin: ALLAH'ın sizi bağışlamasını istemez misiniz? (Nur-22)

Dedim: Tabii ki, beni affetmeni çok isterim.
Dedin: (Öyleyse)Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O'na tövbe edin. Gerçekten benim rabbim, esirgeyendir, sevendir. (Hud-90)

Dedim: Çok günahkârım, bu kadar günahla ben ne yaparım?
Dedin: ALLAH'ın, kullarının tövbesini kabul edeceğini.. ve ALLAH'ın tövbeyi çok kabul eden ve pek esirgeyen olduğunu hâlâ bilmezler mi? (Tevbe-104)

Dedim: Defalarca tövbe edip tövbemi bozdum, artık yüzüm kalmadı.
Dedin: ALLAH aziz ve bilendir, o günahları bağışlayan ve kullarının tövbesini kabul edendir. (Mumin-2/3)

Dedim: Bunca günahım var,hangisinin tövbesini yapayım?!
Dedin: ALLAH bütün günahları bağışlayandır. (Zümer-53)

Dedim: Yani yine gelsem yine beni bağışlar mısın?
Dedin: ALLAH'tan başka günahları bağışlayacak olan yoktur. (Ali İmran-135)

Dedim: Ne kadar güzelsin ALLAH'ım! Bilmiyorum bu sözlerin karşısında niçin böylesine içim içime sığmıyor ve erimeye başlıyorum, seni çok seviyorum.
Dedin: Şüphesiz ki ALLAH tövbe edenleri ve temizlenenleri sever.
Birden 'İlahım ve Rabbim benim senden başka kimim var' dedim.
Sen de 'ALLAH kuluna yetmez mi?' (Zümer-36) dedin.

Dedim: Sen ki beni bu kadar çok seviyorsun ve bana karşı bu kadar iyisin ben ne yapabilirim?
Dedin: Ey inananlar! ALLAH'ı çokça zikredin. Ve O'nu sabah-akşam tesbih edin. Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmetini gönderen O'dur. Melekleri de size istiğfar eder. ALLAH, müminlere karşı çok merhametlidir. (Ahzap-41/43)

Kendi kendime dedim: ALLAH'ım seni çok seviyorum.


SAĞLIK OLSUN

Posted by Adsız On 0 yorum

SAĞLIK OLSUN

Öyle sabah uyanır uyanmaz yataktan fırlama,
Yarım saat erkene kurulsun saatin..
Kedi gibi gerin, ohh ne güzel yine uyandım diye sevin…
Pencereni aç, yağmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin
Yüzüne su çarpma, adamakıllı yıka yüzünü serin serin,

Geceden hazır olsun, yarın ne giyeceğin.
Ona harcayacağın vakitte bir dilim ekmek kızart
Çek kızarmış ekmek kokusunu içine
Bak güzelim kahvaltının keyfine..

Ayakkabıların boyalı olsun, kokun mis,
Önce sana güzel gelsin aynadaki siluetin
Çık evinden neşeyle, karşına ilk çıkana gülümse, aydınlık bir gün dile
Sonra koş git işine, dünden, önceki günden,
Hatta daha da eskiden yarım ne kadar işin varsa hepsini tamamla,
Ohhh şöyle bir hafifle...

Bir güzel kahve ısmarla kendine,
seni mutlu eden sesi duymak için “alo” de
Hiç işin olmasa da öğle üzeri dışarı çık,
Yağmur varsa ıslan, güneş varsa ısın, hatta üşü hava soğuksa
Yürü, yürürken sağa sola bak, öylesine değil, görerek bak.
Çiçek görürsen kokla, köpek görürsen okşa, çocuk görürsen yanağından makas al…
Sonra, şöyle bir düşün, kimler sana yol açtı,
Sen çok darda iken kimler seni ferahlattı,
Hani kapını kimsenin çalmadığı günlerde kimler kapını tıklattı?
Ne kadar uzun zamandır aramadın onları değil mi?
Hadi hemen uğrayabilirsen uğra, arayabilirsen ara,
Hatırlarını sor, öyle laf olsun diye değil, kucaklar gibi sor..
Bu sadece onların değil, senin de yüreğini ısıtacak, yüzünde güller açtıracak..

Günün güzeldi değil mi?
Akşamın da güzel olsun..
Yemeğin ne olursa olsun, masanda illaki kumaş örtü olsun..
Saklama tabakları, bardakları misafire
Sizden ala misafir mi var bu dünyada...
Ailecek kurulun sofraya, öyle acele acele değil, vazife yapar gibi hiç değil,
Şöyle keyife keyif katar gibi, lezzete lezzet katar gibi,
Eksik bıraktıklarını tamamlar gibi tadına var akşamının…
Gece evinde, dostların olsun
Sohbet mezen, kahkahan içkin olsun,
Arkadaşım, hayat bu daha ne olsun?
Ama en önce ve illa ki sağlık olsun!..

CAN YÜCEL


CÜNEYT SUAVİ

Posted by Adsız On 0 yorum

KÂBUS

Çocukluğumdan beri dar mekânlardan sıkılır ve bu tür yerlerden feryat edercesine uzaklaşırdım. İleri yaşlarda bunun bir hastalık olduğunu anlamış, fakat bu illetten bir türlü kurtulamamıştım.
Oysa ki o dar mekânlara, şimdi ister istemez girecektim. Beni sarıp sarmalamışlar ve uzunca bir tabuta yerleştirmişlerdi. Çevremde dolaşanların seslerini gayet iyi duyuyor ve gözlerim kapalı olmasına rağmen, her nasılsa onları görebiliyordum.
- Genç yaşta öldü zavallı, diyorlardı. Halbuki yapacak ne kadar çok işi vardı. Gerçekten de birçok işim yarım kalmıştı. Meselâ oğluma iyi bir işyeri açamamış, araba ile renkli televizyonun taksitlerini henüz bitirememiştim. Büyük bir firma kurup dostlarımı orada toplamak da artık hayâl olmuştu. Üstelik kış çok yaklaştığı halde odun kömür işini halledememiş ve çatının akan yerlerini tamir edememiştim. Yarıda kalan işlerimi arka arkaya sıralarken, kulaklarımı çınlatan bir sesle irkildim. Sanki mikrofonla söylenen bu ses, beynimin en ücra köselerinde yankılanıyor ve:
- 'Geçti artık, geçti', diyordu.
İçimden 'keşke geçmemiş olsaydı' diyordum. Nereden başıma gelmişti o kaza bilmem ki? Halbuki ne kadar da iyi araba kullanırdım. Olup bitenleri hatırlamaya çalışırken, dostlarımın çevremi sardığını ve içinde bulunduğum tabutun kapağını örtmeye çalıştıklarını fark ettim. Onları engellemek için avazım çıktığı kadar bağırmak ve çırpınmak istediğim halde ne kımıldayabiliyor, ne de bir ses çıkartabiliyordum. Biraz sonra koyu bir karanlıkta kalmış ve gözlerimi, tabutun tahtaları arasından sızan ışığa çevirmiştim. Dehşet içinde:
- Aman Allah'ım, dedim. Ne olacak şimdi hâlim? Korkudan hiçbir şey düşünemiyordum. Bu arada omuzlara kaldırılmış ve sallana sallana götürülmeye başlanmıştım. Dışarıdaki seslerden yağmur yağdığı belli oluyor ve su damlacıklarının sesi, tabutumun gıcırtısına karışıyordu. Cenâze namazı için câmiye gidiyor olmalıydık. Câmi deyince aklıma gelmişti. Çok yakınımızda olmasına ve her gün beş defa davet edilmeme rağmen, bir türlü vakit bulup gidememiştim. Ama her zaman söylediğim gibi elli yaşına gelince namaza başlayacak ve herkesin şikâyet ettiği kötü alışkanlıklarımı terk edecektim. Evet evet, şu kaza olmasaydı, ileride ne iyi bir insan olacaktım. Daha önceden duyduğum ve nereden geldiğini kestiremediğim ses:
- Geçti artık, geçti, diye tekrarladı. 'Bitti artık.'
Biraz sonra namazım kılınmış ve tekrar omuzlara kaldırılmıştım.
Mahallemizdeki kahvehanenin önünden geçerken, her gün iskambil oynadığımız arkadaşlarımın neşeli kahkahalarını işitiyor ve 'herhalde ölüm haberimi duymamış olacaklar' diye düşünüyordum. Sesler iyice uzaklaştığında, eğik bir şekilde taşındığımı hissederek mezarlığa çıkan yokuşu tırmandığımızı anladım. Şiddetle yağan yağmurun tabuttaki çatlaklardan sızarak kefenimi yer yer ıslattığının da farkındaydım. Buna rağmen dışarıda konuşulanlara kulak verdim. Dostlarımın bir kısmı piyasadaki durgunluktan bahsediyor, bir kısmı da milli takımın son oyununu methediyordu. Tabutumu taşıyan diğer biri ise, yanındakinin kulağına fısıldayarak:
- 'Rahmetlinin tersliği, öldüğü günden belli, diyordu. Sırılsıklam olduk birader.' Duyduklarım herhalde yanlış olmalıydı. Yoksa bunlar, uykularımı onlar için feda ettiğim dostlarım değil miydi? Yolculuğum bir müddet sonra bitmiş ve tabutum yere indirilmişti. Kapak tekrar açıldı ve cansız vücudumu yakalayan kollar, beni dibinde su toplanmış olan bir çukura doğru indirdi. Boylu boyunca yattığım yerden etrafıma baktım. Aman Allah'ım! Bu kabir değil miydi? O ana kadar buraya gireceğimi neden düşünmemiştim? Sessiz feryatlarımı kimseye duyuramıyor ve dostlarımın, üzerimi örtmek için yarıştığını hissediyordum. Tekrar zifiri karanlıkta kalmış ve bütün âcizliğimle dua etmeye başlamıştım.
- Yârabbi, diyordum. Bir fırsat daha yok mu, senin istediğin gibi bir kul olayım. Ve kabrimi, cennet bahçelerinden bir bahçeye çevireyim. Aynı ses, her zamankinden daha şiddetli olarak:
- Geçti artık, geçti, diye tekrarladı. 'Her şey bitti artık.' Mezarımı örten tahtaların üzerine atılan toprakların çıkardığı ses gök gürültüsünü andırıyor ve bütün benliğimi sarsıyordu.
Son bir gayretle yerimden fırlayarak gözlerimi açtım. Odamdaki rahat yatağımda yatıyor, fakat korkunç bir kâbus görüyordum.
Bitişik dairede oturan doktor arkadaşım beni ayıltmaya çalışarak:
Geçti artık, geçti, diye bağırıp duruyordu. 'Geçti bak, hiçbir şeyin kalmadı.' Yattığım yerden yavaşça doğruldum. Terden sırılsıklam olmuş ve sanki yirmi kilo birden vermiştim. Dışarıda sağanak hâlinde yağmur yağıyor, şimşek ve gök gürültüsünden bütün ev sarsılıyordu. Etrafımdakilerin şaşkın bakışları arasında kendimi toparlamaya çalışırken
- Yârabbi, sana zerrelerim adedince şükürler olsun, diyordum. İyi bir kul olmak için ya bir fırsat daha vermeseydin?
CÜNEYT SUAVİ


SENİN İÇİN ÖLÜRÜM

Posted by Adsız On 0 yorum

SENİN İÇİN ÖLÜRÜM

Bir otobüs durağında karşılaşmışlardı ilk kez... Biri tıpta okuyordu, öbürü mimarlıkta. O ilk karşılaşmadan sonra, bir kere, bir kere, bir kere daha karşılaşabilmek için, hep aynı saatte, aynı duraktan, aynı otobüse bindiler. Gençtiler, çok genç... Birbirileriyle konuşacak cesareti bulmaları biraz zaman aldı ama sonunda başardılar. İkisi de her sabah otobüse bindikleri semtte oturmuyorlardı aslında. Delikanlı arkadaşında kaldığı için o duraktan binmişti otobüse, kız ise ablasında.
Sırf birbirilerini görebilmek için, her sabah erkenden evlerinden çıkıp, şehrin öbür ucundaki o durağa, onların durağına geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra...
Okullarını bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu... Bazen işsiz, bazen parasız kaldılar ama öylesine sıkı kenetlenmişti ki yürekleri ve elleri, hiçbir şeyi umursamadılar. Ayın sonunu zor getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar olduklarında da hep mutluydular. Zaman aşımına uğrayan, alışkanlıklara yenik düşen, banka hesabında para kalmadığı için ya da tam tersine o hesabı daha da kabarık hale getirmek uğuruna bitip-tükeniveren sevgilerden değildi onlarınki...
Günler günleri, yıllar yılları kovaladıkça sevgileri de büyüdü, büyüdü... Tek eksikleri çocuklarının olmamasıydı. Zorlu bir tedavi sürecine rağmen çocuk sahibi olmayınca, “bütün mutlulukların bizim olmasını beklemek, bencillik olur” diyerek devam ettiler hayatlarına. Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler... “Senin için ölürüm” derdi kadın, sımsıkı sarılıp adama ve adam; “Hayır, ben senin için ölürüm” diye yanıt verirdi hep...
Bazen eve geldiğinde, aynanın üzerinde bir not görürdü kadın, “Bir tanem, kütüphanenin ikinci rafına bak...” Kütüphanenin ikinci rafında başka bir not olurdu; “Mutfaktaki masanın üzerine bak ve seni çok sevdiğimi sakın unutma.” Mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notları okuya okuya koşturan kadın, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdiği çikolatalar, kimi zaman da pahalı armağanlarla karşılaşırdı... Aldığı hediyenin ne olduğu önemli değildi zaten...
Hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, işleri ne kadar çok olursa olsun hep birbirlerine ayıracak zaman buluyorlardı bulmasına ama kırklı yaşların ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler. Adam, hastaneden ayrıldı ve muayenehanesinde hasta kabul etmeye başladı. Kadın da mimarlık bürosunu kapadı ve sadece özel projelerde görev aldı. Artık daha fazla beraber olabiliyorlardı.
Bir gün sahilde dolaşırken, harap durumda bir ev gördü kadın, üzerinde satılık levhası asılı olan.
“Ne dersin, bu evi alalım mı?” dedi adama. “Bu viraneyi yıktırır, harika bir ev yaparız. Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terası olan, martıları kahvaltıya davet edeceğimiz bir deniz evi yapalım burayı...”
“Sen istersin de ben hiç hayır diyebilir miyim?” diye cevap verdi adam. “Amerika’daki tıp kongresinden döner dönmez ararım emlakçiyi... Kaç para olursa olsun, burası bizimdir artık...”
Sadece bir hafta ayrı kalacaklarını bildikleri halde, ayrılmaları zor oldu adam Amerika’ya giderken. Her gün, her saat konuştular telefonla…
Gözyaşları içinde kucaklaştılar havaalanında. Fakat birkaç gün sonra, kocasında bir tuhaflık olduğunu fark etti kadın. Eskisi kadar mutlu görünmüyor, konuşmaktan kaçınıyordu. Onu neşelendirmek için, sahildeki evi hatırlattı ve çizdiği projeyi verdi kadın ama hiç beklemediği bir cevap aldı: “Canım, o ev bizim bütçemizi aşıyor. Sen en iyisi o evi unut...”
Mutsuzluk, mutluluğun tadına alışmış insanlara daha da acı, daha da çekilmez gelir. Kadın, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için yalvardı adama. “Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur anlat” diye dil döktü boş yere...
Yıllardır sevdiği adam, duyarsız ve sevgisiz biriyle yer değiştirmişti sanki. Ona ulaşmaya çalıştıkça, beton duvarlara çarpıyordu kadın, her çarpmada daha fazla kanıyordu yüreği...
Bir gün, çocukluğunun, gençliğinin ve bütün hayatının birlikte geçtiği arkadaşına dert yanarken; “Artık dayanamıyorum, sana söylemek zorundayım” diye sözünü kesti arkadaşı: “O, seni aldatıyor. İş yerimin tam karşısındaki lokantada genç bir kadınla yemek yiyor her öğlen. Sonra sarmaş dolaş biniyorlar arabaya...”
“Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanları” diye bağırdı kadın. Onca yıllık arkadaşını, kendisini kıskanmakla suçladı...
Ertesi gün, öğle vakti o lokantanın hemen karşısında bir köşeye sindi sessizce ve peri masallarının, sadece masal olduğunu anladı... Kocasının eskiden aynı hastanede çalıştığı genç çocuk doktorunu tanıdı hemen. Bazen evlerinde ağırladıkları kadına nasıl sarıldığını gördü adamın...
Akşam kocası eve gelir gelmez, bazen bağırıp, bazen ağlayarak, bazen ona sımsıkı sarılıp bazen de yumruklayarak haykırdı suratına her şeyi. İnkar etmedi adam. Zamanla duyguların değişebildiği, insanların orta yaşa geldiklerinde farklılık aradığı gibi bir şeyler geveledi ağzında ve bavulunu alıp gitti evden. Kapıdan çıkarken, “son bir kez kucaklamak isterim seni” diyecek oldu ama kadın, “defol” dedi nefretle...
İlk celsede boşandılar... Modern bir aşk hikayesinin böyle son bulmasına kimse inanamadı. Arkadaşlarının desteğiyle ayakta kalmaya çalıştı kadın. Adamın, sevgilisiyle birlikte Amerika’ya yerleştiğini öğrendi. Bazen yalnız kaldığında, onu hala sevdiğini hissedince, ağlama nöbetleri geçiriyor, aşkın yerini, en az onun kadar kuvvetli bir duygu olan nefretin alması için dua ediyordu.
Aradan bir yıl geçti... Her şeyin ilacı olduğu söylenen zaman bile, kadının derdine çare olamamıştı. Bir sabah, ısrarla çalan zilin sesiyle uyandı. Kapıyı açtığında, karşısında o kadını gördü.
“Sen, buraya ne yüzle geliyorsun” diye bağırmak istedi ama sesi çıkmadı.
“Lütfen, içeri girmeme izin ver, mutlaka konuşmamız gerekiyor.” dedi genç kadın.
Kanepeye ilişti ve zor duyulan bir sesle konuşmaya başladı:
“Hiçbir şey göründüğü gibi değil aslında. Çok üzgünüm ama o bir saat önce öldü. Geçen yıl Amerika’daki kongre sırasında öğrendi hastalığını ve yaklaşık bir senelik ömrü kaldğını. Buna dayanamayacağını, hep söylediğin gibi onunla birlikte ölmek isteyeceğini biliyordu. Seni kendinden uzaklaştırmak için, benden sevgilisi rolünü oynamamı istedi. Ailesine de haber vermedi. Birlikte Amerika’ya yerleştiğimiz yalanını yaydı. Oysa ilk karşılaştığınız otobüs durağının karşısında bir ev tutmuştu. Tedavi görüyor ve kurtulacağına inanıyordu ama olmadı. Gece fenalaşmış, bakıcısı beni aradı, son anda yetiştim. Sana bu kutuyu vermemi istedi...”
Gözlerinden akan yaşları durduramayacağını biliyordu kadın. Hemen oracıkta ölmek istiyordu. Eline tutuşturulan kutuyu açmayı neden sonra akıl edebildi. İtinayla katlanmış bir sürü kağıt duruyordu kutuda. İlk kağıtta,
“Lütfen bütün notları sırayla oku bir tanem diyordu...”
Sırayla okudu;
“Seni çok sevdim,
Seni sevmekten hiç vazgeçmedim,
Senin için ölürüm derdin hep, doğru söylediğini bilirdim.
Fakat benim için ölmeni istemedim.
Şimdi bana söz vermeni istiyorum. Benim için yaşayacaksın, anlaştık mı?”
Son kağıdı eline alırken, kutuda bir anahtar olduğunu gördü kadın... Ve son kağıtta şunlar yazılıydı:
“Sahildeki evimizi senin çizdiğin projeye göre yaptırdım. Kocaman terasta martılarla kahvaltı ederken, ben hep seni seyrediyor olacağım...”


MAVİ PATİK

Posted by Adsız On 29.04.2010 0 yorum

MAVİ PATİK

İhtiyar adam, tapu dairesinden çıkarken sevinçliydi. Oturduğu evin tapusunu çocuğunun üzerine kaydettirmişti.

İçinden "Ölümlü dünya" diye geçirdi."Biz öldükten sonra oğlumun birçok işlemle uğraşması gerekmeyecek. Neden eziyet çeksin yavrum!"

Ömer'in kendisini neredeyse zorla doktora götürüşünü hatırladı.

"Kerata, amma da ısrar etmişti. Sağlığıma verdiği önem kadar ziyaretime de gelse ya."

Eve döndüğünde, karısı onu karşıladı. Biraz durgun gibiydi. Adam, koltuğa oturdu, koynundaki tapu kâğıdını çıkardı,

"Bu nedir biliyor musun hanım?" diye sordu. Ve cevabını beklemeden anlattı: "Yarın ne olacağı bilinmez, vademiz gelir de ölürsek oğlumuz uğraşmasın diye, evin tapusunu onun üzerine yaptım."

Eşi adeta fısıldadı:

- Ömer de bugün gelmişti... Öğleden önce.

- Öyle mi, vay hayırsız. Demedin mi uzun zamandır niye görünmüyorsun diye.

Kadın, kocasını dinlemiyor gibiydi. Masadaki kâğıdı gösterdi, "Bunu getirmiş" dedi. Sesi titriyordu. Yaşlı adam, masaya uzandı, kâğıdın bir mahkeme kararı olduğunu gördü. İçinden yavaş yavaş okudu:

" Yaşı ilerlediği ve muhakemesi yerinde olmadığı doktor raporuyla tesbit edildiği için, taşınır taşınmaz varlıklarının, resmi vârisi oğlu Ömer tarafından idaresine karar verilmiştir."

Mahkeme kararı, yaşlı adamın elinden yavaşça yere kaydı. Oğlunun neden kendisini ısrarla doktora götürdüğünü anlamıştı.

Yüreğindeki sızıyı bastırmaya çalışarak, "3 senedir uğramadık; köydeki ev acaba nasıldır?" diye sordu eşine.

- Canım ne olacak bir günde temizlerim ben, cevabını verdi kadın.

- O evde dizlerin üşürdü senin.

İhtiyar kadın, daralan göğsüne hafifçe elleriyle bastırdı. "Yüreğimin üşümesi daha kötü" diye düşündü. Kocasına, "Merak etme üşümem, üşümem" cevabını verdi.

Adam, tapuyu karısına uzattı. "Oğlan geldiğinde aramasın, görülebilecek bir yere koy" dedi.

Kadın, telâşla hazırlanıyordu. Fotoğrafları duvardan toplarken, oğlununkine bir an baktı; aldı; sonra çantaya koymaktan vazgeçti. Masadaki kâğıtların üzerine ters olarak bıraktı. En son duvardaki küçük bir patiği aldı, öptü; bu, büyük torununa ördüğü, ama küçük gelmeye başlayınca hatıra olarak sakladığı mavi patikti. Çantaya fotoğrafların yanına koydu... Mavi patik gözyaşlarıyla ıslanmıştı.


İYİLİK VAKTİ

Posted by Adsız On 0 yorum

İYİLİK VAKTİ

Genç kız, el aynasında makyajını kontrol etti; "-Gayet iyi." dedi. Güzelliğinden emindi. Çevresindeki erkeklerin pervane olmasından zaten biliyordu güzel olduğunu. Hayatın tadını çıkaran, rahat yaşayan biriydi. Cep telefonu çaldığında, akşam arkadaşlarıyla hangi eğlence yerine gideceğine karar vermeye çalışıyordu. Telefondaki numaraya baktı, arayan annesiydi.
- Alo… kızım, nasılsın?
- İyiyim anne. Ne oldu?
- Sana bir sürprizim var.
- Sürpriz mi?
- Evet. Çok eski bir arkadaşım, dostum şehrimize gelmiş…
- Eee kimmiş?
- Kim olduğu sürpriz. Fakat onu, senin almanı istiyorum.
- Ben mi?
- Evet, senin iş yerine yakın olan parkı biliyormuş. Parka gitmesini ve seninle buluşmasını söyledim. Senin de parka gidip onu almanı istiyorum.
- Anne, ben böyle şeyleri sevmem, kendin halletsen!?
- Kızım 1-2 saatlik bir işim var. Ayrıca seni bebekliğinden tanıyan bir arkadaşım. Seni görünce mutlaka çok sevinecektir.
- Amaaan. Peki peki… Nasıl tanıyacağım?
-Evden çıkarken üzerine giydiklerini tarif ettim. O parkta bazı oturaklar piknik masası şeklinde. Parkın sinema tarafı girişindeki ilk piknik masasına otur. O gelince seni bulacak.
- Tamam anne, tamam…
- Kızım senden her gün mü bir şey istiyorum. Üniversiteyi bitireli, hele de işe gireli bir fatura yatırmaya bile göndermedim.
- Hemen darılma, tamam dedim ya…
- O nasıl tamam demekse… Neyse, hadi o zaman, izin al da çık, bekletme. Ben de işlerimi bitirip hemen geleceğim.

Genç kız, izin alıp çıktı. Kısa bir yürüyüşten sonra parka vardı. Bu parkta daha önce hiç oturmadığını fark etti. Arkadaşlarıyla hep paralı, lüks eğlence yerlerine giderlerdi.

Annesinin tarif ettiği, girişteki ilk masayı buldu, boş olan kısmına oturdu. Masanın diğer tarafında bir köylü kadınla, küçük kız oturuyordu. Onlarla aynı yerde bulunmaktan utandığını hissetti.
"-Annemin arkadaşı çabucak gelse de, şunlardan kurtulsam" diye düşündü.
Köylü kadın çekinerek seslendi;
- Afv edersin kızım, bir şey sorabilir miyim?
"Kızım" diye seslenmesi iyice sinirlerini bozdu.
- Ne var, adres mi soracan!
Sert çıkış karşısında kadın sesini alçalttı;
- Hayır kızım, başka bir şey soracaktım.
- Sizin gibi cahiller ya adres sorar, ya para ister.
Köylü kadının kızaran yüzüne aldırmadı bile. O sırada şık ve lüks giyimli, orta yaşlı bir kadının uzaktan yaklaştığını gördü. "-Nihayet." diye düşündü. Ayağa kalkıp kadını karşılamaya çalışırken, kadın yanlarından geçip gitti. Somurtarak geri oturdu.

Yanındaki küçük kıza daha sıkı sarılmış köylü kadının gözünden bir damla yaşın süzüldüğünü gördü. Kadın gözyaşını saklamak için diğer tarafa dönünce bir yüzündeki büyük yanık izi göründü. Genç kız manalı manalı güldü;
- Bak kolayca gözyaşı dökebiliyorsun, yüzünde de çirkin bir yanık izi var. Burda ne bekliyorsun geç bir köşeye aç mendilini ağla… Fakat ağlamaya benden bir şey koparacağını sanma, tamam mı?
Kadın dayanamadı;
- Cahil deyip duruyorsun. Ne cahilliğimi gördün. Tanımadığım bir kadına, torununun yanında hakaret mi ettim!
- Oooo... laf yapmayı da biliyormuş.
-Anlaşıldı kızım, sen üniversite bitirmiş, çok şey öğrenmiş olabilirsin ama insanlıktan sınıfta kalmışsın. Torunumu okutmak için uğraşacaktım. Fakat seni görünce vazgeçtim.

Yaşlı kadın, küçük kızı alıp masadan kalkarken, boşalan yere doğru şık giyimli bir kadın yaklaştı. Cevap vermek için hazırlanan genç kız zengin giyimli, şık kadını görünce uzaklaşan yaşlı kadına cevap vermekten vazgeçti. Yaşlı kadın geriye bakmaya çalışan küçük kızın başını eliyle engelledi.

Bir süre sonra, genç kızın annesi parkta yanına geldi.
- Merhaba kızım, Zeynep Teyzen nerde?
- Kimse gelmedi anne. En son bir bayan geldi, yanıma oturdu. O da sadece dilenmek için gelmiş biriymiş.
- Allah Allah! Giyindiklerini çok iyi tarif etmiştim, seni nasıl bulamadı anlamadım. Yanında küçük bir kız olacaktı.
Genç kız bir an durakladı.
-Küçük bir kız mı?
- Evet.
- Anne! Biz zengin, kültürlü insanlarız. Herhalde arkadaşın da zengin, kültürlü biridir, değil mi?
- Kültürsüz değil ama zengin değil.
- Sakın bana köylü bir kadın olduğunu söyleme.
- Köyden gelen kadına ne denir ki!
- Oh… iyi iyi, köylü kadınları karşılamaya beni gönderiyorsun.
- Kızım, o kadına bir borcumuz vardı. O zamanlarda borcumuzun karşılığı bir şey veremedik. "Gün gelir, bir ihtiyacım olduğunda, ben kapınızı çalarım." dedi ve işte bu gün kapımızı çaldı.
-Ne istiyormuş?
- Torununu okutmamızı istiyor. Baban şimdi arabayla gelip hepimizi alacak, kayıt için okula götürecek.
- Anne, o köylü kadına ne borcun olabilir ki, anlayamadım?
Annesi, kızının öfkeli ses tonuna dayanamadı;
- Kızım, sen bebekken biz köydeydik.
- Eee…
- Sana yıllar önce bahsetmiştim, köydeyken evimiz yandı, biz de inekleri, atları, tarlaları neyimiz varsa hepsini satıp köyden göçtük, demiştim.
-Evet, hatırladım.
- O yangınla ilgili bir ayrıntıyı, seni üzülebilir veya seni evde yalnız bıraktığımız için darılabilirsin korkusuyla anlatmamıştık.
- Herhalde şimdi anlatacaksın…
- Baban evde yoktu, ben de su doldurmaya köy pınarına gitmiştim. Lodos mu ne diyorsunuz, işte o rûzgâr bazen ters esiyormuş, yukardan aşağı filan. Sen beşikte uyuyorken rûzgâr bacadan içeri esince közler ocaklıktan tahtalara sıçramış, yangın başlamış. Pınar yerinden dumanları görüp koştuğumda alevler her yeri sarmıştı. Birazdan yıkılacak gibi görünen eve yine de girmek için atıldığım anda Zeynep teyzen kucağına seni almış olduğu halde dışarı fırladı. O sahneyi hiç unutamam; onun kucağından seni aldığımda o çığlıklar atıyordu…
- Niçin ?
- Seni kurtarırken, sağ tarafı yanmıştı. Gelince görürsün sağ yanağında ağır bir yanık izi var. Çok acı çekti çook. Dur ağlama, seni bu kadar üzeceğini bilmiyordum. Tamam kızım, bak makyajın akıyor, ağlama. Hah! Baban da geldi. Fakat Zeynep teyzen hala bizi bulamadı…


EKMEK PARASI

Posted by Adsız On 0 yorum

EKMEK PARASI

Güneşin bunaltıcı sıcaklığı birdenbire kayboldu. Gökte, beyaz bulutlar belirmeye başladı. Yaşlı adam kuşkulandı. Az ötede ekin başında duran kadına seslendi:
- Hanım!
Kadın başını kaldırdı, sesin geldiği yöne bakarak:
- Hava bozuyor, başımızın çaresine bakalım…
- Korkma, yaz yağmurudur, geçer. Baksana beyaz beyaz bulutlar… Hem göğün yarısı açık… Gök gürlemesi de yok… Birkaç dakika çiseler sonra biter…
Yaşlı adam, tecrübesini konuşturmak istercesine, bakışlarını kadın üzerinde sabit bir noktaya dikti:
- Ne olur ne olmaz, biz şu harmanın üzerine bir naylon örtelim. Bakarsın biraz fazla yağıverir, harman heder olmasın…
Kadın, başındaki yazmasını eliyle düzelterek, bulutların arkasında saklanan güneşe baktı. Yağmur yağacaktı. Arkasına döndü, az ötede, tarlanın ortasında ki yaşlı çınarın dibinde oturan çocuklarına seslendi.
- Çocuklar! Çabuk buraya gelin!
Beş tane çocuk annelerin yanına geldi. Kadın, elinde ekin destesiyle, yanı başına gelmiş olan çocuklara:
- Evlatlarım! Yağmur geliyor. Babanız, harmanın üstüne örtmek için naylon hazırlıyor. Geride kalan şu üç beş desteyi alıverelim de yağmura yakalanmadan şu iş bitsin.
Yaşlı adam merdiveni harmana dayamış, bir taraftan çocukların getirdiği ekin destelerini düzeltip harman yapıyor, diğer yandan da naylonu harmanın üzerine örtmeye çalışıyordu. Tozlanmış olan yüzüne, o anda gökten bir birkaç yağmur damlası düştü. Heyecanla merdiven basamağının üzerine doğruldu. Yüksek bir sesle:
- Hanııımm! Çocuklar orayı halleder. Sen gel, yerden bana birkaç taş ver de şu naylonun üstüne koyayım.
- Geldim bey!
Yerden aldığı taşları kocasına vermeye çalışan kadın, yağmurun çiselemeye başladığını fark etti.
- Bey! Çocukların yapacağı iş bitti.
Başındaki külahı yan tarafa kaymış olan ihtiyar, bir yandan terini siliyor, bir yandan da kadına:
- Çocukları gönder o zaman! Yağmura tutulmadan bir an önce eve varsınlar.
Kadın, yanı başına çömelmiş, çubukla yerleri karıştıran çocuğun beline, eliyle hafifçe dokundu:
- Haydi oğlum! Kardeşlerini al eve götür…
Rasim, annesinin bir dediğini iki etmedi. Hemen kardeşlerinin yanına gitti. Onlara, Rasim göz kulak oluyordu. İlkokulu bir iki yıl olmuştu.
Ahmet Efendi’yle Fatma kadında işlerini biraz sonra bitirip çocukların arkasından yola düştüler. Ahmet efendi yürürken bir an durakladı, ayakkabısını çıkardı, ayakkabının ucundan tutup birkaç kez taşa vurdu. Arkasından:
- Allah, Allah! Küçük bir çakıl parçası yürümeme engel oluyor, dedi.
Ayakkabısını giydikten sonra, yere bıraktığı orakları eline aldı ve yürümeye devam etti. Neden sonra Fatma kadına:
- Rasim, okulu bitireli iki yıl oluyor hanım! Artık bağ bahçe işlerine başlamalı. Yoksa bu memlekette aç kalır.
- Dur bakalım canım! Çocuğun yaşı kaç? Akranlarından kimin eline yakışıyor? Zamanla alışır…
Yolda giderken, aralarındaki konuşmalar epey uzadı. Yağmurun, kendilerini ıslattığının farkına vardılar. Adımları daha da sıklaştı. Fatma kadın bir taraftan hızlı hızlı yürüyor, bir taraftan da çocuklarının akşam yemeğini düşünüyordu. Ahmet Efendi’ ye:
- Akşama ne yapayım bey?
Ahmet efendi:
- Allah kerim bir çorba içeriz.
Ahmet efendinin yüzündeki terle, yağmurun damlaları bir birine karışmıştı. Hızlı adımlarla evin yolunu tuttular.
Akşam yemeğini hep birlikte yediler. Ahmet Efendi yatsı ezanının okunmasını bekliyordu. Herkes bir köşeye çekilmiş, Ahmet Efendinin iki dudağı arasından çıkacak söze dikkat kesilmişti.
Fatma kadın bu arada sofrayı toparlamaya başladı. Odayı kaplayan derin sessizliği, bir anda tahta kaşıkların çıkardığı ses bozu verdi. Küçük kız annesine yardım etmeye çalışırken Ahmet efendi, karşısında duran Rasim’e eliyle “gel!” işareti yaptı. Rasim odanın köşesinde oturan babasının yanına diz çöküp oturdu. Ahmet Efendi; karanlığı, lambanın sökmeye çalıştığı odada, varlığıyla yokluğu belli olmayan Rasim’e:
- Oğlum, dedi. Sen artık kocaman adam oldun, görüyorsun buralarda ekmek parası yok. Ömür boyu çift sürersin. Çift sürmekle de belini doğrultamazsın. Ayşe Teyze’nin oğlu, izmir’den dün gelmiş. Yarın onunla konuşacağım. Tatil dönüşü giderken seni de götürsün. Erkende bir zanaat öğrenirsin. Yarın sabah namazından sonra tarlaya gideceğiz, erkenden yatalım…
O gece Rasim’in gözüne uyku girmedi. Yatakta arada bir dönüyor, bazen de yorganın altından kafasını çıkarıp gözlerini tavana dikiyor, kendisine eşlik eden gece böceklerinin sesleriyle tekrar dalıp gidiyordu.
Sabaha namazından sonra birkaç kaşık çorba içip avluya çıktılar. Sabahın sessizliğini, Ahmet Efendi’nin orak ve tırpan sesleri bozdu. Tırpanları omzuna alan Ahmet Efendi, oğluna;
- Rasim! Bir an önce tarlaya varalım. Annenle kardeşlerin arkadan gelirler, dedi.
Eksik kalan işi tamamlayacaklardı. Dün yağan yağmurun, harmana etkisi olup olmadığına bakacaklardı. Anneleri, kardeşlerine sıcak bir çorba içirdikten sonra gelecekti.
Rasim, yolda dalgın dalgın yürüyordu. Kafasında dünkü düşünceler vardı. Babasının:
- Oğlum! Su testisini ağacın gölgesine koyuver de ılımasın, demesiyle kendine geldi.
Güneşin ilk ışıkları, çalışmanın lezzetini hatırlıyor gibi üzerlerini okşuyordu. Tam iki saat aralıksız çalıştılar. Epeyce ter attıktan sonra, koca çınar ağacının dibine oturdular. Ahmet Efendi, bir eliyle terini siliyor, bir eliyle de su testisini tutuyordu. Fatma Kadın:
- Terli terli su mu içilir be adam! Hasta olacaksın başıma! Biraz dinlen! Terin soğusun ondan sonra…
Fatma kadın, kocasına çok bağlıydı. Evini, çocuklarını onca iş arasında ihmal etmiyordu. Ahmet Efendi, neden sonra dinlediğini ifade etmek ister gibi derin bir iç çekti:
- Bugünlük bu kadar… Yarın harman işlerine başlayacağız. Sıra bize geliyor, dedi.
Hep beraber eve döndüler. Ahmet Efendi, ikindi namazına camiye gitmek için abdest aldı. Fatma Kadına:
- Ayşe Teyze’nin oğlunu camide görürüm nasıl olsa. Ona şu bizim oğlanın meselesini söyleyeyim, bakalım ne diyecek? Dedi.
Namaz çıkışında Süleyman Bey’e:
- Sizi gördüğüm iyi oldu. Belki gelmezsiniz diye düşünmüştüm.
Süleyman Bey:
- Gelmez olur muyum hiç canım? Köydeki insanların buluşma yeri camidir. Başka türlü, bağda bahçede çalışan insanları nasıl göreceksiniz?
Ahmet Efendi, oğlu için düşündüklerini anlattı. Süleyman Bey:
- Ben yardıma hazırım. Eğer isterse benim yanımda çalışabilir. İstemezse başka iş bakarız.
- Ben hele evle bir konuşayım. Bugün, yarın size haber veririm.
Fatma kadın avluda tavukları yemlerken Ahmet Efendi geldi:
- Hanım! Yemeği yiyip bizim oğlanın durumunu bir konuşalım.
Yemekten sonra bütün ev halkı, Ahmet Efendi’nin söyleyeceklerine dikkat kesildi.
Ahmet Efendi:
- Oğlum, dedi. Ayşe Teyze’nin oğluyla konuştum. Eğer istersen onun konfeksiyon atölyesinde çalışabileceksin. İstemezsen o, senin için başka iş bakacak. Ama bence onun yanında çalışman daha iyi olur. Ne de olsa akrabamız… El gibi olmaz. Senin iş sahibi olman için elinden geleni yapar, sana yardımcı olur. El yanında çalışmak kolay değil!
Rasim:
- Baba! Ben okumak istiyorum. Hafta sonları çalışıp harçlığımı kazansam olmaz mı?
Ahmet Efendi, hiç beklemediği bu cevap karşısında bir an durakladı. Rasim’in okuyacağını hiç hesaba katmamıştı. Rasim’e:
- Oğlum! Kararını sen ver! Okumak istiyorsan, ceketimi satar seni okuturum. Ama görüyorsun ki, köyümüzde okuyan insan az. Herkes küçüklükten bir zanaat sahibi olup ekmek parası kazanmak istiyor. Okumak kolay değil.
Ahmet Efendi, ertesi gün Rasim’le birlikte ikindi namazına camiye gittiler. Namazdan sonra Ahmet Efendi Süleyman Bey’e:
- Süleyman Bey! Bizim oğlan “okumak istiyorum” diye tutturdu. Ne dersin?
- Ben çocuklarımın okuması çok istedim ama onlar okumak istemediler. Eğer Rasim okursa, ben onun ihtiyaçlarını karşılarım.
Ahmet efendi, duyduklarına sevinmişti. Süleyman Bey, İzmir’e dönme hazırlıkları yapmaya başladı. Onların arabasıyla Rasim de gidecekti. Fatma kadın, oğlunun hazırlıklarına başladı. Bir cumartesi sabahı, Süleyman Bey’in ailesiyle birlikte Rasim’i de uğurladılar.
Okulların yarıyıl tatili başlamak üzereydi. Ahmet Efendi, evinin avlusunda odun parçalıyordu. Köylülerden birisi, Rasim’in mektubunu getirdi. Ahmet Efendi işini bırakıp eve girdi. Heyecanlı olduğu, ellerinin titreyişinden belliydi. Mektubu özenle açtı ve hanımına okumaya başladı. Rasim’in başarısından ötürü, okul müdürü aileyi tebrik ediyordu. Ahmet efendi, hem okuyor hem sevinç göz yaşları döküyordu. Hava soğuktu ve kar yağıyordu.


UÇURUM KENARINDAKİ ÇİÇEK

Posted by Adsız On 0 yorum

UÇURUM KENARINDAKİ ÇİÇEK

Kocam bir mühendisti. Onunla sakin tabiatını sevdiğim için evlenmiştim. Bu sakin adamın göğsüne başımı koymak içimi nasıl da ısıtırdı. Gel gör ki iki yıl nişanlılık ve beş yıl evlilikten sonra bu sakinlik beni yormaya başlamıştı…
Eşimin -bir zamanlar çok sevdiğim- bu özelliği artık beni huzursuz ediyordu.
İş ilişkiye gelince oldukça içli, hattâ aşırı hassas bir kadınım.
Romantik anlara, küçük bir çocuğun şekere düşkünlüğü gibi can atıyorum.
Oysa kocamın sakinliği, başka bir deyişle vurdumduymazlığı, evliliğimize
romantizm katmaması beni aşktan almış, uzaklaştırmıştı…

Sonunda kararımı ona da açıkladım: Boşanmak istiyordum. Şaşkınlıktan
gözleri açılarak “niye?” diye sordu.

“Gerçekten belli bir sebebi yok” dedim, “sadece yoruldum.”

Bütün gece ağzını bıçak açmadı. Düşünüyordu.

Bu hâli ise hayal kırıklığımı daha da artırmaktan başka bir işe yaramıyordu:
İşte, sıkıntısını dışarı vurmaktan bile aciz bir adamla evliydim. Ondan ne bekleyebilirdim ki!

Sonunda sordu: “Seni caydırmak için ne yapabilirim?”

Demek ki söyledikleri doğruydu: İnsanların mizacı asla değiştirilemiyordu.
Son inanç kırıntılarım da kaybolmuştu.

“İşte mesele tam da bu” dedim. “Sorunun cevabını kendin bulup kalbimi ikna
edebilirsen kararımdan vazgeçebilirim.”

“Diyelim dağın tepesinde bir uçurum kenarında bir çiçek var. O çiçeği benim için koparmak, düşüp vücudunun bütün kemiklerinin kırılmasına, hattâ ölümüne mal olacak. Bunu benim için yapar mısın?”

Yüzümü dikkatle inceledi ve “Sana bunun cevabını yarın vereceğim” dedi.

Bu cevapla son ümidim de yok olmuştu.
Ertesi sabah uyandığımda evde yoktu.
Boş bir süt şişesini mutfak masasının üzerine koymuş, altına da bir not
bırakmıştı.

“Sevgilim,” diye başlıyordu;
“O çiçeği senin için koparmazdım.”

Kalbim yine kırılmıştı. Okumaya devam ettim…

“Çünkü her zaman yaptığın gibi bilgisayarın altını üstüne getirip çökerttikten sonra monitörün önünde ağladığında, onu tekrar düzeltebilmem için ellerime ihtiyacım var…
Anahtarları her zaman evde unuttuğunu bildiğimden, senden önce eve
varabilmem üzere koşmam gerektiğinden bacaklarıma ihtiyacım var…
Arabayı kullanmayı çok sevdiğin halde şehirde hep yolu kaybettiğinden,
yolu gösterebilmem için gözlerime ihtiyacım var…
Sadık arkadaşının her ayki ziyaretinde sebep olduğu, karnındaki krampları rahatlatabilmem için avuçlarıma ihtiyacım var…
Evde oturmayı sevdiğinden, içe kapanıklığını dağıtmak, can sıkıntını hafifletmek üzere sana şakalar yapabilmem, hikâyeler anlatabilmem için ağzıma ihtiyacım var…
Sabahtan akşama kadar bilgisayara bakmaktan gözlerinin bozulması kaçınılmaz olduğundan, yaşlandığımızda tırnaklarını kesebilmem, saçlarında -görülmesini istemediğin- beyaz telleri ayıklayabilmem, merdivenlerden aşağı inerken elini tutabilmem, çiçeklerin renginin -gençliğinde senin yüzünün rengi gibi- olduğunu söyleyebilmem için gözlerime ihtiyacım var…
Ama seni benden daha fazla seven biri varsa, evet o uçuruma gidip, o çiçeği
senin için koparırım bir tanem…”

Baktım, mektuptaki yazının mürekkepleri yer yer dağılıyordu. Gözyaşlarım mektuba düşüyordu.

“Mektubu okuduysan ve kalbin ikna olduysa lûften kapıyı aç canım. Çok sevdiğin susamlı ekmek ve taze sütle kapıda bekliyorum…”

Koşarak kapıyı açtım. Endişeli bir yüzle ve ellerinde sıkıca tuttuğu susamlı ekmek ve sütle kapının önündeydi.
Artık çok iyi biliyordum: Beni ondan daha çok kimse sevemezdi. O çiçeği uçurumun kenarında bırakmaya karar verdim.


ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE

Posted by Adsız On 0 yorum

ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE
Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde-gösterdiği vahşetle 'bu: bir Avrupalı'
Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
Avusturalya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te'sis-i İlahi o metin istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedi serhaddi;
'O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme' dedi.
Asım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi...
Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
'Gömelim gel seni tarihe' desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
'Bu, taşındır' diyerek Kâ'be'yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber...

Mehmet Akif ERSOY


BİZ HAKKIMIZI HELAL EDERİZ AMA

Posted by Adsız On 0 yorum

BİZ HAKKIMIZI HELAL EDERİZ AMA
Vaktiyle Kalenderîyye yoluna mensup bir derviş, nefisle mücahade makamının sonuna gelir.
Meşrebin usulünce bundan sonraki makam, Kalenderîlik makamıdır. Yani her türlü süsten, gösterişten arınacak, varlıktan vazgeçecektir. Fakat içi yamalı bir hırka giymekten ibaret değildir. Her türlü görünür süsten arınması gereklidir... Saç, sakal, bıyık, kaş ne varsa hepsinden. Derviş, usule uygun hareket eder, soluğu berberde alır.
- Vur usturayı berber efendi, der.
Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar. Derviş aynada kendini takip etmektedir. Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer içeri.
Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak:
- Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye kükrer.
Dervişlik bu... Sövene dilsiz, vurana elsiz gerek. Kaideyi bozmaz derviş. Ses çıkarmaz, usulca kalkar yerinden. Berber mahcup, fakat korkmuştur. Ses çıkaramaz.

Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa başar. Fakat küstah kabadayı tıraş esnasında da sürekli aşağılar dervişi, alay eder:
Kabak aşağı, kabak yukarı…

Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir. Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir karnına dalıverir. Kabadayı oracığa yığılır, kalır. Ölmüştür. Görenler çığlığı basar.
Berber ise şaşkın, bir manzaraya, bir dervişe bakar, gayri ihtiyarî sorar:
- Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?
Derviş mahzun, düşünceli cevap verir:
- Vallahi, gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki, kabağın bir sahibi var. O gücenmiş olmalı!


BÜYÜK VUSLAT

Posted by Adsız On 0 yorum

BÜYÜK VUSLAT

O gün Hatice Hanıma erken bir ağırlık çöktü. Akşam karanlığı yoğun bir sis gibi pencereden içeri akıyordu. Birkaç yıldız kırıntısının cama vuran görüntüsünde kocasının televizyon seyreden kocasının siluetini gördü. Erkenden istirahate çekilip düşünceleriyle baş başa kalmak istiyordu. Göz ucuyla kocasını süzdü. Haberlere kendini kaptırmış, Hatice Hanımın farkında bile değildi.
Kutsal topraklar için müftülüğe yazıldıkları günden beri endişeli, tedirgin ve huzursuz bir bekleyişin içine girmiş, kalbine tanıdığı bir acı çöreklenmişti. Yıllar önce, hava alanında 15 gün gece gündüz bekledikten sonra, bütün umutları yıkılarak, gözyaşlarını bir ırmak gibi yüreğine akıtarak, evine geri döndüğü günden beri, yüreğinin bir yerine sinsice yerleşen o bildik yara yeniden kanamaya başlamış, kimsenin görmediği yerlerde, saatlerce gözlerindeki mevsimsiz yağmuru akıtıp durmuştu.
Korkuyordu...
Yıllardır özlemini çektiği sevgilisine kavuşamamaktan, O’nun yanına gidememekten korkuyordu. Yıllar önce diyanete yaptıkları hac müracaatları kurada çıkmadığı için özel bir şirkete başvurmuşlar, ama ne yazık ki bir yığın bürokratik engeller yüzünden Esenboğa’da günlerce bekletildikten sonra geri gönderilmişlerdi. Daha sonraki yıllarda Diyanet isteklerini kabul etmiş, bütün hazırlıkları bitmiş, tam gidecekleri gün senelerdir muzdarip olduğu şeker hastalığı yüzünden komaya girdiği için, kocası o saadet yolculuğuna tek başına çıkmak zorunda kalmıştı. Oğulları onu acil olarak hastaneye yatırmışlar, fakat o yoğun bakımdayken bile devamlı o büyük sevgilinin adını sayıklamıştı. İyileştikten sonra yüreğinde buruk bir ukde ile yıllarca çocuklarına ve kocasına kendisini tekrar götürmeleri için yalvarmış ama doktorlar yüksek tansiyonu, şeker ve kalp hastalığı yüzünden yorgunluğa gelemeyeceğini ve sıcak iklimde yaşamasının mümkün olmadığını belirtmişlerdi. Ama Hatice Hanım yenilmemiş, içinde kor gibi yanan Resulullah aşkı ile kocasına devamlı baskı yapmış ve sonunda onu ikna etmeyi başarmıştı.
Dünyada hiçbir sevgi ile mukayese edilemeyecek ölçüde seviyordu Hz. Muhammed’i (s.a.s). Bu sevginin getirdiği erişilmez mutlulukla bulmuştu 63 yaşını. Yıllarca hep "Yarabbi içime Resulullah’ın (s.a.s) sevgisini öylesine yerleştir öylesine yerleştir ki, yüreğimde başka hiçbir sevgiye yer kalmasın" diye dua etmişti. Müftülükçe çekilen kurada isimlerinin çıkmasına rağmen, içinde hâlâ hastalığından kaynaklanan bir tedirginlik ve huzursuzluk vardı.
Saatler ilerledikçe dışarının uğultusu eriyor, gecenin sessizliğini televizyon seyrederken uyuklayan kocasının horultuları bozuyordu. Kalkıp televizyonu kapattı. Yatsı Namazından sonra dakikalarca dua etti. "Yarabbi bu sefer O’na kavuşmayı nasip eyle, sevgili Habibinle benim arama hastalığı sokma. Ravza’yı dünya gözü ile görmeme ve O’nun beytinde namaz kılmama müsaade et. Sonra da ruhumu al ve O’nun yanında kalayım. Dünyada ve ahirette beni o büyük sevgilime komşu et. Yarabbi senden oğullarımı istemiyorum, torunlarımı da istemiyorum. Sadece sevgililer sevgilisine kavuşmayı istiyorum. Bu duamı da geri çevirme Yarabbi." Odanın içinde avuçlarına düşen yağmur taneleriyle kendine geldi. Islak gözlerle saatlerce kaldı seccadesinin başında. Uyku, ipek kanatlı bir kelebek yumuşaklığı ile kirpiklerini okşuyordu. Sessizce yerinden kalktı. Kocasını yatırdıktan sonra kendisi de yavaşça yanına sokuldu.
* * *
Kendini kızgın çöllerde uzay aracına benzeyen bir otonun içinde buldu. Arabada ne bir yolcu, ne de bir sürücü vardı. Yüreği, heyecandan yaralı bir güvercin gibi titriyordu. Masal kaçkını devler gibi bir karartı şeklinde uyuyan dağlar, araç ilerledikçe canlanıyor, uyanıyordu. Dağların altındaki tünellerden, alt geçitlerden hızla geçti. Tünellerin bitiminde sonsuz bir ışık huzmesinin içinde Beytullah ve Ravza bütün muhteşemliği ile gözlerinin önündeydi. Uzay aracı kuşlarla yarışırcasına tavaf etti siyah örtülü mabedi. Sonra bir yıldız kayması gibi uzayın derinliklerine doğru akıp gitti.
Bir ebabil kanadının vuruşuyla uyandı gördüğü sırlı rüyadan. Gözlerinin içi özlenen bir sevgiliye kavuşmanın sevecenliği ile ışıl ışıldı. Gökyüzünün erişilmez maviliğinden kopan sonsuz bir huzur, berrak bir bulut gibi doldu gönlüne. Sevinçle kocasına seslendi.
- Uyan Hacı Efendi, uyan.
Ekrem Bey tatlı uykusundan güçlükle uyandı. Sabah namazından sonra zor uyumuştu. Kısık gözlerle saatine baktı.
- Sabahın köründe hayrola hanım dedi.
- Bu sefer iki cihan güneşine kavuşuyorum Hacı Efendi. Gidiyoruz.
- Yahu zaten gidiyoruz, kurada çıktı ya.
- Evet ama içimde hâlâ yine gidemeyecekmişim gibi bir korku, bir endişe vardı. Rabbime çok şükür bu gece o korku bitti.
Ekrem Bey merakla karısının yüzüne baktı. Mutluluktan gözleri parlıyordu.
- Hayrola, bir rüya falan mı gördün.
Hatice Hanım gece gördüğü rüyayı kocasına anlattı. Ekrem Beyin dudaklarında küçük bir gülücük belirdi. Gayr-i ihtiyari aksakalını sıvazladı. Karısına belirtmiyordu ama Hatice Hanımın sağlığından kendisi de endişeleniyordu. Götürdüğü bütün doktorlar o meşakkatli yolculuğa dayanamayacağını söylemişlerdi. Ama bu durumu oğulları bir taraftan, kendisi bir taraftan ne kadar anlatmaya çalıştılarsa da bir türlü kabullendirememişlerdi karısına. Kadere teslimiyetin getirdiği bir ifadeyle:
- Hayırlısı olur inşallah, dedi.
Sonra da yorganı kafasına çekip uyumak için tekrar yattı.
Bir hafta sonra, hava alanında yolcu etmeye gelen çocuklarına sarılırken, Hatice Hanımın sevinçten içi içine sığmıyordu. Doya doya torunlarını öptü, oğullarıyla helâlleşti. Nemli gözlerle:
- Oğlum, benim için dua edin ve ne olur kusuruma bakmayın, çünkü O’nu sizden çok seviyorum, dedi.
* * *
Mekke’de doktor gözetiminde, dört iri kıyım zencinin taşıdığı tahteravanlarla tavaf etti Kâbe’yi. Türk hacılarının kaldığı Mesfele Mahallesinden Harem-i Şerif’e giderken, dağların altındaki tünellerden geçtikçe rüyasını hatırladı. Allah’a bir kez daha sonsuz şükretti. Ekrem Bey, Hatice Hanımın sağlığına azami titizlik gösteriyor, mecbur kalmadıkça güneşe çıkarmıyordu. Sık sık Türkiye’yi arayarak, çocuklarını annelerinin sağlığından haberdar ediyor, müjdeler veriyordu.
Sağlık durumundaki moral düzeltici haberler ilk günler Medine’de sürdü. Hatice Hanım her gün beş vakit namazını Mescid-i Nebevi de kılıyor, Kurban Caddesinden sevgilisinin yanına her sabah servislerle gidiyor, akşama kadar bir daha da dönmüyordu. Mescid-i Nebevi’nin hanımlara ayrıldığı bir günde aşırı izdihamdan fenalaşmasına rağmen, büyük vuslatı daha fazla geciktirmek istememiş ve Hz. Muhammed (s.a.s)’in beytiyle minberi arasında ağlayarak namaz kılmış, saatlerce secdede kalmıştı. Hanımlara ayrılan saatin bitiminde görevliler geldiğinde hâlâ secdedeydi. Onu sevgilisinin yanından, eller üstünde zorla ayırdılar. O gün öğle namazından sonra birkaç Türk hacısının eşliğinde, sessizce Cennetü’l-Baki’de o çok sevdiği insanın yanına komşu ettiler.
Ekrem Bey acı haberi Türkiye’ye bildirememişti. Buna rağmen hava alanına karşılamaya gelen çocukları, gördükleri rüyadan dolayı babalarına; "annem nerede" diye sorma cesaretini bir türlü gösterememişlerdi.

Ümit Fehmi SORGUNLU
(Yağmur Dergisi’nin Nisan-Mayıs-Haziran sayısından alınmıştır.)


İKİ AVUÇ MISIR

Posted by Adsız On 0 yorum

İKİ AVUÇ MISIR

Bursa’dan arabaya bindik, Büyük Orhan’a doğru yol alıyorduk. Otobüsün arka taraflarında iki çocuk mısır cipsi yiyor, ama tartışıyorlardı. Kafamı çevirdim. Babalarıyla göz göze geldim.

“Bunlar hep böyle işte. Allah size sabır versin hocam. Biz ikisiyle baş edemiyoruz. Siz nasıl 40 tanesine tahammül ediyorsunuz dedi.”

Ben de;

“Sabırlı olun” dedim. Yanımda oturan amca Kore gazisi Ahmet Amca’ydı. Onun çok ilgi çekici bir hayat hikâyesinin olduğunu duymuştum. Ahmet Amca’ya dedim ki;

“Yol uzun, eğer seni sıkmazsam, hiç olmadı bana bir tane, sence enteresan olan bir hikâyeni anlatır mısın?” Derin bir of çekti.

“Hocam, altı yılım esaret altında geçti. Ama sana mısırla ilgili bir hatıramı anlatayım…” dedi. Ardından da başladı anlatmaya…

“Benim de içinde bulunduğum birlik pusuya düşürüldü. Son kurşunlarımıza kadar çarpıştık. Bizim birlikten altı arkadaş, bir de yüzbaşımız yaralı olarak Kuzey Kore’ye esir düştük. Bizi alıp götürdüler. Günlerce yol yürüdük. Esaret çok ağır bir şey hocam. Koyun sürüsüne kıymet verirsin, canını korursun ya bizim koyun sürüsü kadar kıymetimiz yoktu. İsteseler her an için kurşuna dizip öldürebilirlerdi. Artık hiç birimizde yaşama ümidi kalmamıştı. Acaba bir daha karımı, kızımı göre bilecek miyim diye düşünürdüm. Hiç ümidim yoktu. Bizi, her tarafı ağaçtan yapılma, diğer esirlerle beraber büyük bir yere koydular. Her sabah erkenden kaldırıyorlar, birer avuç kaynamış mısır veriyorlardı. Bir daha yemek hiçbir şey yok. Bu aylarca devam etti böyle. Bir gün yüzbaşı ile karar verdik. Sabah içtimasına kalkmayacaktık. Aç yaşamaktansa ölmek daha iyiydi. Helalleştik yattık, uyuduk. Sabah nöbetçiler içtimaya kaldırdılar. Yüzbaşı ile ben kalkmadım. Kendi aralarında bir şeyler konuştular, daha sonra komutanları bir tercümanla beraber geldi. İkimizin başına dikildiler. Tercüman yüzbaşıya, İngilizce soruyor;

“Niye kalkmıyorsunuz. Emre niye itaat etmiyorsunuz” dedi. Yüzbaşımız da İngilizce onlara;

“Biz açlıktan, sefillikten bıktık. Böyle yaşamaktansa ölmek daha iyidir” dedi.

Tercüman komutana durumu anlattı. Komutan bir şeyler söyleyip gitti. Biz artık ölmeyi beklerken tercüman yüzbaşıya;

“Sizler cesur Türklersiniz. Ölümden korkmuyorsunuz. Komutanım sizi ödüllendirecek. Bundan sonra size iki avuç mısır verilecek” dedi.

"Biz orada kaldığımız müddetçe, hakikaten her esire bir avuç mısır verdiler ama bize iki avuç.”

Gazi amcaya teşekkür ettim. Baktım ki gözleri yaşlanmış camdan dışarısını seyrediyordu. Bu günkü durumumuza ne kadar şükretsek azdı.


ETME

Posted by Adsız On 0 yorum

ETME

Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun etme
Başka bir yar başka bir dosta meylediyorsun etme

Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı
Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun etme

Çalma bizi bizden gitme o ellere doğru
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun etme

Ey ay felek harab olmuş alt üst olmuş senin için
Bizi öyle harab öyle alt üst ediyorsun etme

Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun etme

Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun etme

Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun etme

Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun etme

Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme

Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun etme

Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle
Huzurumu bozuyorsun sen mavediyorsun etme

Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun etme

İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil
Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun etme

MEVLANA


VE ASLIMA DÖNDÜM

Posted by Adsız On 23.04.2010 0 yorum

İnancı güçlü olmayan bir baba ile sade bir Ortodoks annenin çocuğu olarak Ukrayna'da dünyaya geldim. Babam beni köy kilisesinde gizlice vaftiz etmiş. Komünizmin bütün yasaklarına rağmen annemden gelen "tek tanrı" inanışı ile büyüdüm.

Paskalyayı seviyordum. Elimden geldikçe paskalyadan evvelindeki kırk gün süren perhizi (oruç) tutmaya çalışıyordum. Paskalyadan önceki "Temiz Perşembe"yi ailecek heyecan içinde beklerdik. "Ben kimim, neciyim, nereden geldim?" bunların bir anlamı yoktu benim için o zamanlar. Yalnızca iyi bir üniversite okumak suretiyle iyi bir geleceğe hazırlanmak vardı, o kadar. Oldukça parlak bir öğrencilikten sonra ülkenin en iyi üniversitesinde öğrenim dili İngilizce olan işletme fakültesini okudum.

Yirmi yaşına gelinceye kadar hayat oldukça güzel geçmişti. Artık cevapsız soruların cenderesine düşmüştüm. Bir çekirge sürüsü gibi binlerce soru üşüştü beynime. Tanrı, İsa, insan, dünya, hayat, ölüm, cennet cehennem sonsuzluk... Tesadüf, tabiat, yaşam, ölüm... Sonra yokluk, ebedi yokluk. Bütün bu düşünceler bir sülük olup beyin zarımı emiyor; ama ben onlara bir cevap bulamıyordum. Kendimi karanlık bir odada yapayalnız hissediyordum. Kurtulmak için ne zaman bir hamle yapsam her seferinde dipsiz bir boşluğa yuvarlanıyordum. Ve bu boşluktan helezonlar çize çize düşüyordum. Ne bir ışık vardı ne de tutunacağım bir dal. Hepsinden beteri ruhumun çığlıklarını hiçbir kulağa işittiremiyordum. (Oysa o çığlıkları duysalardı aslanların, ödleri kopardı.) Etrafımdaki hiç kimse beni anlamıyordu. Dolayısıyla yardım edemiyorlardı. Bu bir yana "gençsin başarılısın ye, iç, gez-dolaş, bırak kendini bu kadar yıpratmayı." deyip kızıyorlardı. Sanki bunları istemiyormuşum gibi.

Hayatı bana zehir eden düşüncelerden kurtulmak için akıl oyunlarından, deli saçmalıklarına varıncaya kadar her yolu denememişim sanki. Olmuyordu ama olmuyordu işte. Yaptığım her şey bir pansumandan öteye geçmiyordu. O zamanlar benim için en mesut anlar, düşünmemeyi becerebildiğim anlardı. Bu anlar geçtiğinde ise geriye yine boşluk yine karanlık ve yine sop soğuk bir yalnızlık kalıyordu...

Bitkin gündüzleri ve uykusuz geceleriyle tam beş sene bu azabın kucağında çırpındım durdum. Hastane hastane dolaşmalar psikologdan psikologa koşmalar... Ama bir netice yoktu. Bütün bu girdapta tek tesellim anneciğimden aldığım inancımdı. Acılar da sevinçler de Tanrı'dandı. Uykusuz gecelerim boyunca beni bu durumdan kurtarması için hep O'na yalvardım durdum.

Sonunda çareyi başka bir ülkeye gitmekte bulacağıma inanarak evimden ayrıldım. Daha doğrusu içine düştüğüm karanlıktan kaçtım Tolstoy gibi.

Yüksek lisans yapmak üzere girdiğim imtihanı kazandım ve Avusturya'nın yolunu tuttum. Yeni bir ülke, yeni bir çevre ve yeni insanlar... Karanlık odanın Ukrayna'da kalacağını zannediyordum. Ama olmadı. Bu bir yana, karanlık odam bütün Avusturya'yı içine alacak kadar büyüdü. Şimdi anlıyorum ki karanlık benim içimdeymiş. Bu şekilde değil Avusturya'ya, güneşe bile gitseydim bir tek ışık devşiremezdim. Güneşte bile karanlığa gömülü kalmak ne korkunç, ne tuhaf... Bu hal içerisinde kalabalıklar arasında yalnız, ampuller altında ışıksız ömrümü geçiriyordum. Yeryüzünde 'Tam anlamıyla yalnızlığı sadece biri yaşamıştır' dense; tereddütsüz 'o benim' derim. Aslında pek çok arkadaşım vardı. Ama dar gününde yanında olmadıktan sonra sebebi ne olursa olsun bunaldığın anlarda başını yaslayacağın bir omuz olmadıktan sonra insan binlerin milyonların içinde tek başına kalıyor. Bu anlamda tam anlamıyla yalnızdım. Yapayalnız. Günler geçiyordu, hiç kimse olmuyordu yanımda. Ne bir arkadaş ne bir telefon ne de bir mektup. Bir ben vardım bir de boşluk... Bir ben bir de yalnızlık...

Dıştan bakıldığında okuluna giden, derslerinde başarılı geleceği parlak biri olarak görülüyordum. Ama içimdeki fırtınalardan kimsenin haberi yoktu. Kendimi oyalamazsam delirebilirim düşüncesiyle kitaplara sarıldım. Coelho, Tolstoy, Turgenyev'i okuyor, Ahmatova'nın şiirlerini ezberliyordum. Sonra, kendim bir şeyler yazıyor, dil öğreniyordum… Çok ciddi bir şekilde İncil okuyor, Tanrı'ya, O'na olan sevgimi kuvvetlendirmesi ve beni doğru yola iletmesi için yalvarıyordum.

Yalnızlığımı paylaşmak üzere internetteki Ortodoks sitelerine üye oldum, yazıcım durmadan İncil'den hikayeler yazıyordu. Bir papazla yazışıyordum bir de dinî eserler basan bir matbaa sahibiyle. Bilgilerimi güçlendirmek, beynimi kemiren sorularıma cevap bulmak ve içimi saran yalnızlıktan kurtulmak için bu sitelerin sohbet odalarına giriyor, insanlarla sohbet ediyordum. Ancak bu dinî sohbet odalarında da diğer internet ortamlarındaki tiksindirici konuşmalar bu teşebbüsümden beni hemen vazgeçirdi. Beynimi kemiren sorularımın cevaplarını bulmak niyetiyle kiliseye gidiyor, papazlarla konuşuyordum. Fakat umumiyetle bütün sorularımı, özellikle Tanrı ile alakalı olanlarını nazikçe geri çeviriyor ve sadece, "Dua et, çocuğum!" diyorlardı. Ben de dua ediyordum. Ama İsa'ya değil, Tanrıya. Ve anlamadığım, neden insanların İsa'ya dua ettikleriydi. Dünyayı da İsa'yı da yaratan Tanrı'ydı. Hal böyleyken neden yalnızca Tanrı'ya dua edilmiyordu?

Ne kitaplarda ne Ortodoks sitelerinin sohbet odalarında ne de kilisede tam olarak aradığımı bulamamıştım. Ve bir gün bir istasyondaydım, Tolstoy gibi. O karanlık odadan nasıl kurtulacağımı bilememenin acziyle, çaresiz öyle kendi halimde bekliyordum. Gözlerim anlamsız bakışlarla istasyonu tararken benim yaşlarımda bir kıza ilişti. Başında beyaz bir eşarp, üzerinde de yine beyaz bir takım vardı. Omzunda bir notebook. "Ne kadar şık ve ne kadar da zarif!" diye geçirdim içimden. O an ne olduysa birden bana döndü, göz göze geldik. Simasında nasıl bir parlaklık vardı öyle... gözlerinde nasıl bir aydınlık. Gencecik yaşına rağmen bütün muammaları çözmüş bir bilgenin dinginliği vardı yüzünde. Telaşsız, kendinden emin, duruşu mütevazı, bakışları sevgi doluydu. Ya dudağındaki tatlı tebessüm... Tarif edemem. Hayran hayran öylece seyrettim. Utanmasam yanına gidecek tanışacaktım. Ve yalvaracaktım ona "Tanrı aşkına bu huzurlu tavrından bana da biraz ver. Gözlerindeki aydınlıktan da, dudağındaki tebessümden de... ne olur!.. ne olur!.." diyecektim. Fakat biraz sonra bir tren geldi ve onu alıp götürdü. Onun gibi olmak istedim o an. Beyazlar içindeki o zarafet, o dinginlik beni çarpmıştı.

Ruhumda kıvılcımlar saçıp kaybolan o örtülü kızdan sonra onun gibi örtünen kızlardan üniversitede bir hayli arkadaş edindim. Beni Ramazan ayında bir iftara çağırdılar. Gittim. Onlardaki Tanrı'ya olan kuvvetli iman ve O'na (cc) olan samimi ibadetleri çok hoşuma gitmişti. Çünkü ben Tanrı'yı çok seviyordum.

Onların yanında kendimi yabancı hissetmiyordum. Bu bir yana, onların yanındayken çok sevdiğim Tanrı'ya biraz daha yakınlaştığımı hissediyordum. Bana hiç mesafe koymadılar. Kendilerinden biriymişim gibi davrandılar. Hıristiyanlığımdan dolayı ayıplayıcı tek bir bakışa bile maruz kalmadım. Çevremdeki Müslüman kızlarda da erkeklerde de durum böyleydi. Onlarla oturup konuşuyorduk. Bu konuşmalarda bana ille "Müslüman ol!" telkiniyle karşılaşmadım. "Bizde böyle, sizde nasıl?" ifadesi sohbetlerimizin kilit cümlesiydi çoğu zaman. Yalnızca bana bir şeyler anlatmakla kalmıyorlardı. Benden, tuttuğum perhizin (orucun) önemini, dualarımızın ve ikonalarımızın anlamını da soruyorlardı. Ben de bildiğim kadarıyla anlatıyordum. Onların yanında öyle huzurluydum ki anlatamam... Gerçi karanlık odama henüz ışık süzmüyordu; ama olsun, en azından artık yalnız değildim. Artık dostlarım vardı. yeni dostlarım... Gerçek dostlarım.

Yeni dostlarımla yaptığım sohbetler yepyeni ufuklar açıyordu önümde. "Dünyadaki bütün güller aynıdır. Bütün elmalar, arılar, insanlar aynıdır. Yani aynı fabrikanın malıdırlar, aynı tezgahta dokunmuşlar. Yani yaratanları bir ve tek. O da Allah'tır ve Allah birdir, müteaddit olamaz."

İslam dininin Tanrı, iman ve peygamberler hakkında söylediklerinin hepsini kabul ediyordum. Kur'an'ın İsa (as) hakkındaki ayetleri beni adeta çarpmıştı. Meryem (r.anha) adına bir surenin var olması da beni çok etkilemişti. Zira İncil'de bile Meryem adına bir sure yoktu. Bunun yanında Kur'an'ın Türkiye'de de Endonezya'da da aynı olduğunu, bu insanların aynı anda ibadet edebildiklerini öğrendiğimde de çok şaşırmıştım.

Paskalyaya kırk gün kaldığında yani biz Ortodokslar için oruç günleri başladığında bu sefer bütün ciddiyetimle onu tutmaya çalıştım. Maksadım kendisini ne kadar çok sevdiğimi Tanrı'ya göstermek ve ispat etmekti. Bu arada beni doğru yola iletmesi için geceler boyu O'na dua ediyordum. Yeni dostlarımın bana anlattıklarını uzun uzun düşünüyor, söylediklerinin gerçek olup olamayacağına ulaşmaya çalışıyordum. Beynim düşüncelerin arenasına dönmüştü. Fikirler kafamda çarpışırken bir neticeye varamamanın ıstırabıyla kıvranıp duruyordum. Bu minval üzere oruç tutuyor, ağlıyor ağlıyor ve bana bir ışık göstermesi için dua ediyordum. Sonunda çok önemli bir şeyi anladım: Bir tek Yaradan yarattı bu kainatı. Bizi de o yarattı. Bu dünyayı bizim için O donattı. O bizim sahibimizdir. O'na ulaşacak bir yol bulmak da bizim vazifemizdir. Evet bunu anlamıştım; fakat Tanrı'ya giden yol hangisidir? Bugüne kadar devam ede geldiğim inancım mı yoksa İslam mı? Ah yine sancı, yine gözyaşı, yine ıstırap... ıstırap. Ardından dua... dua... Tanrım bana bir ışık ver. Tanrım beni sevdiğin yola ilet. İslam'ın neredeyse her şeyini kabul ediyordum ama ben bir Hıristiyan'dım. Hatta bazen "Tanrım neden beni bir Müslüman olarak yaratmadın?" diye söylenirdim. Bir gün internetten "chat"leştiğim bir kadına bunu sordum. O da bana bir mesaj gönderdi.

Mesajı okudum. Okuduklarıma inanamadım. Bir daha okudum, sonra bir daha, ardından bir daha. Yerimde duramaz olmuştum. Her zerrem heyecandan titriyordu. Avazımın çıktığı kadar haykırmak istiyordum. Odanın içinde birkaç tur attıktan sonra yeniden masaya oturdum ve mesajı bir daha okudum. Mesaj Hz. Muhammet'in bir sözüyle başlıyordu: "Her doğan çocuk İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra ebeveynleri tarafında Yahudi ve Hıristiyan yapılır." Demek ki Tanrı'ya serzenişim boşunaymış. Demek Tanrı beni Müslüman olarak yaratmış. Bana bu maili atan hanımefendi "Kitab-ı Mukaddes'e göre Hz. İsa'nın son on iki saatini anlatan Tutku filmini seyrettiğini söyleyerek şunu yazmıştı: "Film, Hz. İsa'nın orijinal dili olan Aramca ile seslendirilmişti. Ve filmde 'İsâ Tanrı'ya Allah diye hitap ediyordu. Yani Müslümanların hitabı gibi... Müslümanlıkla Hıristiyanlık arasındaki tek benzerlik bu da değil. En önemlilerini senin için yolluyorum.

-"Müslümanların nasıl namaz kıldığını görmüşsündür. Ayakta durur Kur'an okuruz, sonra rükua gider kalkarız, sonra yüzüstü kapanıp secde yaparız.
Kitab-ı Mukaddes'i dinle:
Mezmurlar 95:6: Gelin secde kılalım ve rüku'a varalım; bizi yaratan Rabbin önünde diz çökelim!
Sayılar 16:20-22: …Ve Musa ve Harun yüzleri üzerine yere kapandılar…
Tekvin 17:3: Ve İbrahim (as) yüzüstü yere kapandı…
Çıkış 34:8: Ve Musa (as) acele ile rükua gitti ve ibadet etti.
Nehemya 8:6: Ve Üzeyr (as) büyük Rabbi takdis etti. Ve bütün kavim ellerini kaldırarak amin amin diye cevap verdiler. Ve rükua gittiler, secdeye kapanarak Rabblerine ibadet ettiler.
Matta 26:39: İsâ (as) yere kapanıp… dua etti…
Matta 17:6: Ve havariler yüzleri üzerine yere kapandılar…

Netice: İslâm Hz. Muhammed (as) ile başlamış bir din değildir. İslâm Hz. Adem (as) ile başlayıp Nuh (as), İbrahim (as), Musa (as) ve İsâ (as) gibi büyük resullerle devam eden ve Hz. Muhammed (as) ile kendisine son nokta konulan bir dindir. İslâm yeni bir din değil, bilakis bu peygamberlerin geleneğini canlı tutan Allah'ın ilk ve tek ve son dinidir. Kitab-ı Mukaddes'te diğer peygamberler ve kavimler için anlatıldığı gibi bugün ibadet etmeden önce su ile temizlenen kimlerdir? Müslümanlar! Bugün hâlâ daha başını öne eğip yüzünü yere sürterek namaz kılan ve ellerini kaldırarak dua eden kimlerdir? Müslümanlar! Bugün kendisini örterek ibadet eden ve kapanarak haram nazarlardan kendisini koruyan kimdir? Müslüman kadınlar! Öyle ise bugün diğer peygamberlerin izinden giden ve hâliyle Kitab-ı Mukaddes'in de tahrif olmamış aksamını tatbik eden kimdir? Müslümanlar! Demek bir Hıristiyan Müslüman olsa dinini terk etmiş olmuyor, bilâkis kendi kitabında anlatıldığı üzere kulluk dairesine girmiş oluyor. Size naklettiğim onlarca Kitab-ı Mukaddes ayetinden sonra Kur'an'dan bir ayetle yazıma son veriyorum.
"İlahımız ve İlahınız birdir ve biz O'na Müslümanlar olarak teslim olmuşuzdur.''

Bu mesajı kaç kere okudum hatırlamıyorum. Kalbim göğüs kafesini kıracak gibi atıyordu. Gözyaşlarıma mani olamıyordum. Sonunda yazının son cümlesini içimden gele gele söyledim. "İlahımız ve ilahınız birdir." Evet, evet "İlahımız ve ilahınız birdir". Ve ben de artık bu dakikadan itibaren Müslüman olarak O'na teslim oluyorum. "Teşekkürler Tanrım... Teşekkürler tan... Allah'ım!.. Allah'ım!.. Allah'ım!.."

Müslüman olduktan sonra serin meltemler esmeye başladı yıllarca kavrulmuş yüreğimde. Artık tek bir anı bile ziyan etmek istemiyordum. O gün öğlen vakti ilk namazımı kıldım. Yalnızca bismillah demesini biliyordum. Gerçek dostlarımın yaptığı gibi ellerimi omuz hizasında kaldırdım ve "bismillah" dedim. Tarifsiz bir hal sardı bir anda beni ellerimi kalbimin üstünde birleştirir birleştirmez gözlerimden yaşlar süzüldü. Anlatamayacağım duygular içerisinde bildiğim tek şeyi tekrarlayıp durdum. Bismillah... bismillah... bismillah. ne muhteşem bir şeydi Allah'ım. Bismillah dedikçe önceki düşüşlerime inat helezonlar çize çize yükseliyordum sanki. Bir hayli durduktan sonra bismillah deyip rukuya vardım. Bismillah... bismillah... bismillah... Doğruldum bismillah. Sonunda yıllarca dolaştığım çöllerde kavrulmuş dudaklarım suya erdi. Damarlarımı kurutan beyabanın içinde bir vaha gibi adeta kendimi secdeye attım bismillah. Ve bismillah... bismillah. ..Allah, Allah... Bismillah. Yıllarca aradığım senmişsin. Uykusuz gecelerde andığım senmişsin.

Daha neler söyledim, neler hissettim anlatmam mümkün değil. Dillerin dönmediği, kelimelerin iflas ettiği yerler az değil ki. Bütün hissettiklerimden öte bir şey vardı ki nasıl söylesem, nasıl söylesem bilmem ki kalbimin derinliklerinde Allah'ın hoşnut olduğunu hissediyordum. Aslında bu kadar cümleyi boşuna yazdım. Söylenecek en güzel şey baştan başa yalnızca bismillah ile kılınan o ilk namaz, anlatılmaz.

Tarifler üstü bir hal ile kılınan o namazdan sonra kitaplara sarıldım. Geceler boyu okudum, okudum. İslamiyet'i öğrendikçe bütün sorularıma cevap buluyor, Hz. Muhammed'i tanıdıkça da Allah'a yaklaştığımı hissediyordum. Hayat, dünya, ahiret ve insanla alakalı ne varsa kafamda yerli yerine oturmuştu. Hayatıma bir mana gelirken içimin dağlarına güneş doğmuştu. Duvarları yıkılmıştı karanlık odamın. Artık ne beni hapseden duvarları vardı ne de bunaltan karanlığı. Güneş... Işık.. İslamiyet'le gelen ışık beni öyle etkiledi ki kendime ikinci bir isim verdim: "solnyeçnıy luç", yani güneş ışığı. Şimdi keşke güneş ışığı olsaydım diye düşünüyorum. İslam güneşinin ışıkları olarak karanlığın kuytularında vaktiyle benim gibi kıvranıp duran insanların âlemine aksaydım.

Aileme henüz kararımı açıklamadım. Bunun için uygun zamanı bekliyorum. Ve onlar için sürekli dua ediyorum. Halen uluslararası işletmecilik ve yönetim üzerine master yapmaya devam ediyorum. Bir yandan da bir Amerikan şirketinde proje müdürü olarak çalışıyorum. Ama hayalimi bütün ailemle aynı anda secdeye varmak süslüyor. Ben, annem, kardeşim ve babam... Başımızı secdeye mıhlamış yalnızca bismillah, bismillah deyişlerimizi hayal ediyorum. Ve ilk namazımda kalbimin derinliklerinde hissettiğim duyguları bir kere daha yaşamayı umuyorum. Rabbimin bana tebessüm ettiğini bir daha hissetmek istiyorum.

05.03.2005
Yazan: Arina Svetlova/Tercüme: Ayjan Esenkanova, Gülseren Yükselero


DÜNYANIN YEDİ HARİKASI

Posted by Adsız On 0 yorum

Öğretmen çocuklara Dünya’nın Yedi Harikası’nı yazmalarını ister. Gelen cevaplar;
1) Artemis Tapınağı
2) İskenderiye Feneri
3) Helyos Heykeli
4) Babil’in Asma Bahçeleri
5) Mausoleum
6) Zeus Heykeli
7) Piramitler

Kız öğrencilerden birisi kâğıdını vermekte tereddüt eder. Öğretmenine; “Bence Dünya’nın 7 harikası bunlar değil” der. Öğrenciler kıza gülerler.
Öğretmen son derece anlayışlı bir şekilde;
"Peki, söyle bakalım senin listende neler var?"
Kız öğrenci önce duraksar sonra okumaya başlar.
“Bence Dünya’nın yedi harikası;
1) Görmek
2) Duymak
3) Dokunmak
4) Tatmak
5) Hissetmek
6) Gülmek
7) Ve Sevmek”

Odada sinek uçsa sesi duyulacak şekilde bir sessizlik oldu.
Basit, sıradan ve normal olarak düşündüğümüz ve gözden kaçırdığımız şeyler gerçekte ne kadar da mükemmeldirler.


DOĞRULUK ve CESARET

Posted by Adsız On 0 yorum

Bir zamanlar Uzak Doğu'da, artık yaşlandığını ve yerine geçecek birini seçmesi gerektiğini düşünen bir imparator varmış. Yardımcılarından ya da çocuklarından birini seçmek yerine; kendi yerine geçecek kişiyi değişik bir yolla seçmeye karar vermiş.

Bir gün, ülkesindeki bütün gençleri çağırmış ve;
"Artık tahttan inip yeni bir imparator seçme vakti geldi. Sizlerden birini seçmeye karar verdim." demiş. Gençler şaşırmışlar. Ancak o sürdürmüş konuşmasını;
"Bugün hepinize birer tohum vereceğim. Bir tek tohum... Ama bu çok özel bir tohum. Evlerinize gidip onu ekmenizi, sulayıp büyütmenizi istiyorum. Tam bir yıl sonra, büyüttüğünüz o tohumla buraya geleceksiniz. Sizi, yetiştirdiğiniz o tohuma göre değerlendirip, birinizi imparator seçeceğim."

Gençlerin arasında Ling adında biri varmış. O da diğerleri gibi tohumunu almış ve evinin yolunu tutmuş. Eve gidip heyecanla olayı annesine anlatmış. Annesi bir saksı ve biraz toprak bulup, onun tohumu ekmesine yardım etmiş. Sonra birlikte dikkatlice sulamışlar. Her gün sulayıp büyümesini bekliyorlarmış. Yaklaşık üç hafta sonra diğer gençler tohumlarının ne kadar büyüdüğünü anlatırken, Ling hayretle kendi tohumunda hiçbir değişiklik olmadığını görüyormuş. Üç hafta, dört hafta, beş hafta geçmiş... Hala hiçbir şey yokmuş. Diğerleri yetişen bitkilerinden söz ederken Ling çok üzülüyormuş. İmparatorun onu beceriksiz sanmasından çok endişeleniyormuş. Ancak, arkadaşlarına hiç bir şey demiyor sabırla bekliyormuş.

Sonunda bir yıl bitmiş ve tüm gençler bitkilerini imparatorun huzuruna getirmişler. Ling, annesine boş saksıyı götüremeyeceğini söyleyince, annesi ona cesaret verip; saksısını götürüp dürüst bir şekilde olanları
imparatora anlatmasını istemiş. Ling, annesinin sözünü tutmuş ve boş saksıyla saraya gitmiş. Saraya varınca; gördüğü bitkilerin güzellikleri karşısında şaşırmış. Sonra imparator gelmiş ve bütün gençleri selamlamış.
Ling, arkalarda bir yerlere saklanmaya çalışıyormuş. "Ne büyük bitkiler, çiçekler ve ağaçlar yetiştirmişsiniz. Bugün biriniz imparator olacak." demiş imparator.

Aniden arkada elinde boş saksısıyla Ling'i fark etmiş. Hemen muhafızlarına onu öne getirmelerini emretmiş. Ling çok korkmuş. "Sanırım beceriksizliğimden dolayı beni öldürtecek," demiş.

Ling öne geldiğinde imparator adını sormuş. "Adım Ling." demiş. Tüm gençler gülüşüp onunla alay etmeye başlamışlar. İmparator onları susturmuş. Ling'e bakıp kalabalığa doğru dönmüş. "Yeni imparatorunuzu selamlayın. Adı Ling'" demiş. Ling inanamamış. Çünkü tohumunu bile yetiştirememiş, nasıl imparator olurmuş?

İmparator devam etmiş:"Bir yıl önce burada herkese bir tohum verdim. Siz ekip, sulayıp bir yıl sonra getirecektiniz. Ama hepinize kaynamış tohum vermiştim. Asla büyümeyecek olan... Ancak Ling'in dışında herkes ağaçlar, bitkiler ve çiçekler getirdi; çünkü tohumun büyümediğini fark edince hepiniz onu bir başka tohumla değiştirdiniz. Oysa sadece Ling, içinde benim verdiğim tohum olan boş saksıyı getirme cesaret ve dürüstlüğünü gösterdi. Onun için yeni imparatorunuz o olacak!”


BÜKÇE (KADIN DİLİ)

Posted by Adsız On 0 yorum

Oğlum bir hafta sonra evleniyor. Sorumluluk sahibi bir baba olarak ona öğüt vermem gerekiyor. Fakat bunu evde yapamam çünkü annesi ağız tadıyla öğüt vermeme izin vermez, sözü ağzımdan kapıp kendi devam eder. İş yerimden oğluma telefon açtım, "Akşam yemeğini dışarıda birlikte yiyelim." dedim. Deniz kenarındaki şirin lokantada şimdi onu bekliyorum.
Geliyor aslan parçası, yakışıklılığı da aynı ben. Yan masadaki kızlar gözleriyle oğlumu süzüyorlar. Bakmayın kızlar, onu kapan çoktan kaptı.
Hoş beşten sonra konuya giriyorum.
-Oğlum haftaya düğünün var, bir baba olarak sana bazı konularda yol yordam göstermem gerekiyor.
Çocukluğunda suç işlediği zamanlardaki gibi birden bire kızardı. Kerata ne anlatacağımı zannettiyse!
-Baba ben yirmi altı yaşındayım, bazı şeyleri biliyorum artık.
-Ah senin o biliyorum zannettiğin konularda da çok bilmediğin çıkacak ama ben o konulardan bahsetmeyeceğim. Keşke konuşabilseydik ama henüz o kadar modern olamadım.
Rahat bir nefes aldı. Bu arada yemeklerimiz de geldi. Oğlumla şöyle keyif yaparak muhabbet edelim bakalım.
-Kaç dil biliyorsun oğlum sen?
-İngilizce, Fransızca, bir de Türkçe'yle üç dil oluyor.
-Bugün ben sana dördüncü dili öğreteceğim. Dilin adı Bükçe. Kadınlar tarafından kullanılır. Sen buna "kadın dili" de diyebilirsin.
Güldü. Güldüğü zaman benim yanağımdaki gibi küçük bir gamzesi var, o ortaya cıkıyor.
-Kadınların ayrı bir dili mi var?
-Tabii ki. Eğer kadın dilini bilirsen bir kadınla yaşamak dünyanın en büyük zevkidir, ama bu dili bilmezsen hayatın kararabilir. O yüzden bir kadınla mutlu olmak isteyen her erkek Bükçe'yi öğrenmeli.

(Sema Maraşlı'nın Eşimle Tanışmayı Unutmuşuz kitabından....)
***
Hikayenin devamını ve tamamını, SEN DE BAŞKASINA ANLAT isimli kitabımızda da bulabilirsiniz. Kitap, Timaş yayınlarından çıktı...(a.y)


HAYAT ERTELENMEZ

Posted by Adsız On 0 yorum

Hayat ertelenemez…
Daha doğar doğmaz anlamalıydın
Her şeyin er yada geç bir sonu olduğunu…
Zamanı geldiğinde çıkıverdin sahneye
Sonu meçhul bir oyuna açılınca perdeler,
Doğup başladın sen de herkes gibi, ölmeye…

Çok geçmeden öğrendin ertelemeyi
Şımarıp da babanı az bekletmedin,
Baba diyebildiğini duyması için
Ve diz üstü süründün aylarca usanmadan
Kucak açıp, koşmanı beklerken sevdiklerin…

İnsan istemese de geçiyor işte zaman
Artık sen o evin yumurcağı değildin.
Derken bir listeye yazdırdılar adını,
Her sabah "burada mı?" diye sordular
Sense hep "bugün nasıl bitecek" diye
Yaşamayı ertelerken geçti güzelim yıllar…

Son akşama bıraktın her seferinde
Kabus gibi sınavlara hazırlanmayı
Götürdü bak doğruları yanlış cevaplar
Planlar yazmaktan yıprandı parmakların
Ondan çalamayışın hayalindeki sazı
Tüm zor başlangıçları yarınlara bıraktın
Sana bir şey öğretecek oysa yarınlar:
Hayat bu, ertelenmez…

Gidip başkasına yar oldular hep,
Sevip de bir türlü söylemediğin kızlar
Sen yeni düşler kurarken yatağında,
Hayallerini çaldı zalim hırsızlar…

Sensiz gecelerde üşüdü sevdiklerin;
Sense terleyip durdun kaygıların koynunda
Paylaşmalıydın oysa, servetin yalnız bugün
Yarınlarsa meçhul, gelmedi daha …



Alnında dünden emanet kırışıklıklar
Yaptıklarına dair pişmanlıkların izi
Yapamadıklarınsa birer mıhtır aklında
Çekip de gidenler unutulsa da biraz,
Yaradır hep aramızda yaşanmadan kalanlar

Hayatta keşkelere yer yoktur ama
Keşke bildiğin kadar yapabilseydin
Haykırabilseydin haklı olduğun kadar
Haksız olduğundaysa, susabilseydin
Ve annene o gülü uzatmak için
Keşke o kadar çok beklemeseydin
Çünkü güller annelerin ellerinde güzeldir
Kimsesiz bir mezar taşında değil.
İndir arada bir gökten bakışlarını
Bir kulak ver ne diyor, toprağa eğil !
Hayat bu, ertelenmez!..

Ömründen çalarmış hep, yarını bekleyenler
Çaldığın sadece yarınlar değil
Bozdurup sıhhatini nakde çevirdin
Aksini yapacaksın ilerde muhtemelen
Şu yokuşu bir çıksan ne gam, ne keder
Belki tüm insanlığın elinden tutacaksın…

Anlatma biliyorum, çok iyi olacaksın;
Düzen tutturuncaya dek yaşarsan eğer
Ama dedim ya dostum hayat ertelenemez!
Zamansız ve rötarsız gelecek bir gün ölüm,
Susturacak sazları acı bir siren !

Son bir fırsat şöyle dursun düşlerin için
İhtimal ki vaktin öyle bol olmayacak
Gözlerini kapamaya yetecek kadar
Donuk bakışların anlatacak tavana
Yapılacak ne çok işlerin vardı daha
Ve soluk teninden anlayacak görenler
Seni de üzermiş tutamadığın sözler…

Üzülüp beklemekten fazlasını yap artık
Haydi bütün yüreğinle doğrul yerinden
Bir adım, bir özür, belki de bir tebessüm
Ama ne olursun daha fazla bekleme
Ve bekletme daha fazla
Hayat bu, ertelenmez...
HALİL ÇALIŞKAN


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Sayfamızı Beğenmenizle
Mutluluk Duyarız