Social Icons

Pages

BOŞA GEÇEN YILLAR

Posted by Adsız On 22.04.2010 0 yorum
Ona Deli Sahip diyorlardı; çünkü gözü hiçbir şeyden korkmuyordu. Ününü duymayan yoktu. Çok mert ve eli açık bir insandı. Ama verdiği şeyler, içki sofrasında verilenlerden başka bir şey değildi. Sokakta onu görenler aynı kaldırımda yürümemek için yol değiştirir, gölgesine bile basmaktan çekinirdi. Çünkü o, sokağın ve şehrin kabadayısıydı.

Nereye girse etrafına bakınması bile, herkesin orayı terk etmesine yetiyordu. İnsanlar ondan bezmişti. Babası ve annesi inançlı insanlardı. Dünya adına her şeyi yaşamış, hayatın her sahasına girip çıkmış, onların yalancı lezzetiyle hem-dem olmuştu. Kendisi de yaşadığı bu hayatı: "Ben hayatın her türlü pisliğini gördüm ve yaşadım." şeklinde ifade ediyordu.

Ekonomik durumu iyiydi. Menfaat üzerine kurulsa da, çok dostu vardı. Dostları etrafında dört dönüyor, zora her düştüklerinde Sahip Dayının gölgesine sığınıyorlardı. Eşi Feride Hanım, her defasında eve sarhoş gelen bu adamdan bıkmıştı ama, bu hayatı yaşamaktan başka çâresi de yoktu. Ondan gelen her şeye katlanıyor; tahkir, baskı, işkence, ızdırap dolu bir hayat içerisinde hayatını devam ettiriyordu.

Yıllar böyle geçti. Takvimler 1992 yılını gösteriyordu. Yaşadığı şehre ilk defa Türkiye'den insanlar geliyordu. Bir anlamda bunlar misafirleriydi. Misafir onlarda azizdi ve en güzel şekilde karşılanmalıydı. Misafirlerle ilgilenmek, onlarla bir arada olmak kabadayılığın ayrı bir yönünü teşkil ediyordu. Ama o pek alkolsüz gezmezdi. Nasıl olur da misafirlerin yanına bu şekilde gidebilirdi. Başka bir alternatifi de yoktu. Bir ara düşündü; "Acaba ben bu halde onların yanına gidip otursam benimle konuşurlar mı? Beni kabul ederler mi?" diye. Sonunda kararını verip yanlarına vardı. Konuşurken biraz uzakta durmaya çalışıyor, bazen ağzını eliyle kapatma ihtiyacını hissediyor, onları rahatsız etmemek için büyük çaba sarf ediyordu.

Sahip Dayı, aylarca bu haliyle Türkiyeli misafirlerin yanına gidip geldi. İltifatlara mazhar oluyor, bir dost olarak kendisine değer veriliyordu. Artık bu insanlardan kopamıyordu. Kendisini onlara bağlayan neydi, bir türlü anlayamıyordu. Konuşmaları mı, oturup kalkmaları mı, hal ve hareketleri mi, bilemiyordu. Tek bildiği şey, içkili geldiğini bildikleri halde, ona içkiden bahsetmiyor, tahkir etmiyor, kırıcı bir söz söylemiyorlardı. Bir ara kendi kendine: "Bu insanlara haksızlık ediyorum galiba. Ne olur sanki bazı günler içmeden gitsem? Biraz zor olsa da, bana gösterilen saygıdan dolayı bunu yapmam gerekiyor." dedi. Buna mukabil içinden başka bir ses yükseldi: "Deli Sahip, kabadayı Sahip, içki âleminden uzak ve insanlarla bir arada ha!. Anlaşılacak bir şey değil bu. Sonra arkadaşların bunu duyarlarsa ne derler?" İki arada bir derede kalmıştı. Eski dostları ve eski hayatı bırakmak onun için hiç de kolay olmayacaktı.

Günler, aylar bu zıt düşüncelerin mücadelesiyle geçmişti. Yeni dostların konuşmaları, davranışları, yüzlerindeki tebessüm, sözlerindeki sıcaklık tesir etmişti Bir gün bir büyüğünden duyduğu: "Oğlum mutlaka bir gün Türkiye'den arkadaşlarınız gelecekler. Belki biz onları göremeyiz; ama sizler onları göreceksiniz. Onlar bizlere sahip çıkacak ve onlarla tekrar buluşacağız." sözleri kulaklarında yankılandı. Acaba bunlar, onlar mıydı?

Zamanla gönül dünyasında da bazı değişiklikler başlamıştı. Eski dostlarından olabildiğince uzak durmaya çalışıyordu.

O günlerde şehirlerinde yeni açılacak Türk okulunda çalışan Recep Usta'yla tanıştı. Dostlukları ilerledikçe Recep Usta onun karakterini daha iyi keşfetmişti. Bu mert insanı yaşadığı hayattan kurtarmanın yolunu arıyordu. Bir gün ona, zor da olsa bir teklifte bulundu: "Sahip Dayı, yarın beraber Cuma namazına gideceğiz." deyince, Sahip Dayı beyninden vurulmuşa döndü. Birden irkildi ve "Ben kim, camiye gitmek kim. Hadi içki neyse, cami de nereden çıktı." şeklinde düşündü. Ardından; "Ben camiye gidemem Recep Usta, millet ne der sonra, 'Deli Sahip korktu da şimdi namaza başladı.' dedirtmem kendime. Bana yakışmaz, gururuma yediremem; ben gelemem!" dedi. Recep Usta böyle bir cevapla karşılaşabileceğini tahmin ediyor; ama dostluklarına güveniyordu: "Sahip Dayı, ben seni yarın burada bekleyeceğim. Gelmezsen, hemi vallah hemi billah buraya oturup sen gelinceye bekleyeceğim" dedi. Recep Usta dediğini yapardı. Bunu Sahip Dayı çok iyi biliyordu. Çok zor bir cevap olacaktı ama Recep Ustanın ısrarına dayanamayarak "tamam" dedi.

Ama o, bu cevabı bir türlü kabullenememişti. Akşama kadar düşündü: "Ölürüm de gidemem. Sahip camiye gitti dedirtmem kendime." dedi. Ve kararını verdi, bir daha Recep Ustayla görüşmeyecekti.

Cuma namazına saatler kalmıştı. Sahip Dayı içindeki sıkıntıyı bir türlü atamıyordu. Bir yandan Recep Ustayı düşünüyor, bir yandan da cumayı... Bir tarafta yıllardan beri savunduğu fikirler; diğer tarafta, içini ısıtan düşünceler... Kendini tam bir eşikte hissediyordu. Bu eşiği geçerse, yepyeni fakat bazı zorlukları olan bir dünya kendisini selâmlayacak. Bu eşikten geri dönerse, eski bildik hayatın bulanıklığında yalpalanıp duracaktı. Çağrılar çift yönlüydü. Zihni: 'Eski hayatında ne vardı, ne güzel yaşayıp gidiyordum.' derken, gönlü tâze bir şafağın seherinde kanatlanmak için sabırsızlanıyordu. Benliği zıt güçlerin çarpıştığı bir arena gibiydi. Zaman geçiyordu. Dakikalar onu âdeta yelkovanlar arasına almış eziyor, hayatının en zor kararını vermesini bekliyordu. "Belki Recep Usta da vazgeçmiştir." dedi kendi kendine. Gidip bakacak, eğer orada hâlâ dediği gibi bekliyorsa, onun gösterdiği vefaya karşılık, o da vefa gösterecekti... Uzaktan baktı, Recep Usta anlaştıkları yerde bekliyordu. Bir anda kaçmak istedi, ama o anda içini bilemediği ve daha önceleri hiç yaşamadığı bir his kapladı, ayakları onu Recep Ustaya doğru sürüklüyordu. Recep Usta Sahip Dayıyı görünce, sevincinden neredeyse haykıracaktı. "Ben biliyordum; bu insandaki mertliğin, ona güzel bir hayatın kapısını açacağını. Nasıl olur da bu kadar mert insanlar bu güzel hayattan habersiz yaşayabilirlerdi?" diye mırıldandı. Vefalarına karşılık vefa gören bu insanlar birbirine sıkıca sarıldılar, sonra birlikte yıllarca kapısına kilit vurulan mescidin yolunu tuttular.

Kamet getirilmiş, farza durulacaktı. Cemaat hâlâ Sahip Dayıya bakıyordu. Belki de inanamıyorlardı. Bir an camide alışık olunmayan bir ses yükseldi. Belli ki, bütün bunlara dayanamamıştı. O eski kabadayı edasıyla kükreyerek, cami adabına yakışmayan bir şekilde başladı konuşmasına: "Bu cami Allah'ın evidir. Ben sizin evinize gelmedim ki, beni kınıyorsunuz. Burası Allah'ın evidir ve ben O'na geldim. Size ne oluyor?"

Sahip Dayının hayatında artık her şey değişmişti. O İslâmiyet'i doğru bir şekilde öğrenmek için büyük çaba sarf ediyor, halkın inançları arasına giren hurafeleri ayıklıyor ve yanlışları düzeltmekten hiç çekinmiyordu. Bir gün bir cenaze merasiminde yanlış bir uygulama yapmak isteyen hocayla tartışmaya başlayınca, arkadaşı onu kenara çekerek; "Yahu Sahip, önceleri içki meclislerinde kavga ediyordun, şimdi ise dinî meclislerde kavga ediyorsun." diyerek sakinleştirmişti. O, yanlışlıklara karşı tahammülü olmayan biriydi.

Sahip Dayı yaptıklarından dolayı insanlarla helâlleşerek Allah'ın huzuruna gitmek istiyordu. Onu en çok memnun eden hadise ise; 16 yaşında kaçırarak evlendiği, yıllarca eziyet ettiği mütevazı kadın Feride Ananın ona hakkını helâl etmesiydi. O mütevazı kadın, yıllarca eziyetini çektiği kocasının bu halini görünce, her şeyi unutmuş ve hakkını helâl etmişti.

Yaşı elliyi geçen ve yaşını soranlara: "Henüz 8 yaşındayım." cevabını veren Sahib Dayı, eski hayatı aklına gelince gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Bazen Recep Ustaya sarılıp: "Beni siz adam ettiniz. Eğer sizler ve engin hoşgörünüz olmasaydı, bütün bu güzelliklerden habersiz olarak gidecektim." diyerek hıçkırıklarını tutamıyor ve ekliyordu: "İyi sözlerin yanında Türkler adına öyle şeyler de duymuştum ki, sizleri görmese idim, doğrunun hangisi olduğunu öğrenemeden gidecektim." diyor, bir eliyle de gözyaşlarını siliyordu. "Türklerden Allah razı olsun. Bana oğlumun bu hale geldiğini söyleselerdi, gözümle görmeden inanmazdım." diyen annesinin cenazesini de o Türkler kaldırıyordu.

Kabadayı, sert ve acımasız olarak bilinen o adam, şimdi hayır işlerinde en önden yürüyor. Geçimini de içki dükkânından değil, mütevazı kitabevinden sağlıyor. Eski hayatından geriye kalan ise, sadece mert ve cömertliği... Kendisinden çekinmeye devam edenlere şunu diyor: "Ben kimim ki benden korkuyorsunuz. Allah'tan korkun."

Kenan GÜZEL

(Sızıntı Dergisi’nin Eylül 2003 sayısından alınmıştır.)

0 yorum to BOŞA GEÇEN YILLAR

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Sayfamızı Beğenmenizle
Mutluluk Duyarız