Social Icons

Pages

ÇANAKKALE'DEN KAHRAMANLIK PORTRELERİ

Posted by Adsız On 15.05.2010 0 yorum

ÇANAKKALE'DEN KAHRAMANLIK PORTRELERİ

Ey Çanakkale'nin ve bu vatanın müdafaasında canı, kanı, teri olan şehitler, gaziler... İngilizleri, Fransızları, Hintlileri ve daha nicelerini Çanakkale'de iman dolu göğüsleriyle karşılayan kahramanlar... Çok uzak coğrafyalardan gelen bu milletlerle bir alıp veremediğin yoktu aslında. Yeni Zelanda, Avustralya, İngiltere nerede, Çanakkale neredeydi? Şâirin o yıllarda "Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ" şeklinde tasvir ettiği bu insanlar senin topraklarında ne arıyorlardı acaba?

Seni kolay lokma sanıyor, devletini yıkmak istiyorlardı. Birileri General Stanford'a, Türkleri tanımadıklarını, Çanakkale hakkında hiçbir şey bilmediklerini, Boğaz'ı aşmak için 150.000 kişilik bir kuvvete ihtiyaç olduğunu söylüyordu. Söylüyordu ama buna kimseyi inandıramıyordu. Hattâ İngiliz Kitchere, bu sayıyı çok buluyor, Çanakkale'nin geçilmesi için bu sayının yarısının yeterli olacağını, kısa sürede İstanbul'a ulaşacaklarını düşünüyordu. Böylece, "kocamış Türk devleti, Gordion'un kördüğümü misâli, bıçakla kesilmiş gibi bölünüp dağılıverecekti."

Büyük küçük hepsinin iştahı kabarmış, birbirlerine İstanbul'da randevular veriyor, zafer sonrası lüks yerlerde buluşmayı ümit ediyorlardı. Ganimetten pay kapmaya hazırlanan biri, daha 1909'da Bizans İmparatoru kıyafetiyle fotoğraf çektirip etrafındakilere gösteriyor, "İstanbul'a vardığınızda beni orada bulacaksınız." diyordu.

Onlar böyle düşünedursun, sen hazırlanmakla meşguldün. Ezineli Yahya Çavuş'la karşılarına çıkmaya hazırlanıyordun. Losfaki, Çatalca, Vekestin, Dömeke savaşlarında dövüşmüştün. Makedonya'da, Yunanistan'da, Balkan Harbi'nde bulunmuştun. Çanakkale'de bulunmamak bir eksiklik olacaktı senin için. Hemen Seddülbahir Cephesi'nde, 26. Alay'da yerini aldın. Düşmanın karaya çıkmasına, kumsalda bir metre dahi ilerlemesine gönlün razı olmuyordu. "Bu böyle olmaz kumandanım. Düşman bu topraklara ayak basmamalıdır. Çıkartma yapacağı noktaya gidip onları durdurmayı vazife bilirim." demiştin alay kumandanına. Kumandan Binbaşı Kadri Bey, "Peki, arzu ettiğin gibi olsun; fakat yanına bir manga er al." demişti. Bu esnada, komutanla konuşmalarını dinleyen 63 er, ön cephede yer almak için atılmıştı meydana. Sen onlara nereli olduklarını sormuştun önce. Kimi "Konyalıyım.", kimi "Maraşlıyım." dedi. Oysa sen Çanakkaleli olanları arıyordun; onları seçecektin; ama Afyonlu Kara Mehmet, "Çavuşum, Müslümanlıkta hemşehrilik mi ileridir, yoksa kardeşlik mi, biz din kardeşiyiz, bizi kendinden ayırma!" sözleriyle bir hakikate tercüman olmuştu. O gün, iki takım inanmış yiğitle Kirte Körfezi'nde 3.000 kişilik düşmanı durdurmuş, "Buradan çıkartma yapmak imkânsız!" dedirtmiştin.

Çanakkale'de şenlik yapacaklarını düşünüyor, "Çanakkale Boğazı'nda ve Gelibolu Yarımadası'nda toplarımızın ve birliklerimizin şenliği başlayınca Türkler, çaldığımız havaya ayak uydurarak oynamak zorunda kalacaklar. Bu, Türkler için İstanbul'u savunmak üzere ricat havası olacak." diyorlardı. Seni unutmuşa benziyorlardı.

Senin, 6. Alay 2. Bölük Kumandanı Yüzbaşı Hasan Fehmi Bey olarak da anlatacakların vardı. Diyarbakırlıydın. Hücumun en şiddetli ânında iki yerinden yaralanmıştın. Askerlerin, seni emniyete almaya çalışıyorlardı. Ancak sen, "Çocuklar, benimle uğraşacak zaman değildir, düşmana yumruğu vuracak zamandır. Kuvvetli bir hücum yapın ki, bölüğümüzün muvaffakiyetini göreyim. Tâ ki gözüm açık gitmesin!" deyip hücuma teşvik için kalkmaya yeltenirken, kalbinden yediğin mermi, destanının son noktası olacaktı.

Âdeta 1453'ün intikamını almak istiyorlardı. O kadar ki, "Ümitlerimiz çok çok artmıştı. Kurtarılacak Kudüs mü, yoksa Konstantinopol mu? Ne farkı var?" diyorlardı. İstanbul'u aldıklarında Kudüs'ü almış kadar sevineceklerdi. Ama cephede karşılarına çıkacak olan 6. Alay'ın 6. Bölüğü'nü ve Mülâzım-ı Evveli Ulvi Bey'i hesaba katmamışlardı. Senin bir hücumda yaralanıp yere düştüğünü, bir top mermisinin ayağını alıp götürdüğünü anlatıyorlar. O gün seni görenlerden biri, doktorlar sadece bir deriyle vücuduna tutunan ayağını kesmek istediklerinde, "Aman ayağımı kesmeyin, sonra bölüğümün başına gidemem." dediğini anlatacaktı.

Böyle kahramanlıklar bir destanlarda bir de senin tarihinde vardır.

Seni hasta ve güçsüz görüyor, hafife alıyorlardı. Ancak görmedikleri bir şey vardı. Senin imanından gelen, "Ölürsem şehit, kalırsam gazi!" anlayışından haberleri yoktu. Senin komutanların için, "Bir hafta sonra İstanbul caddelerinden geçişimizi esirler safında seyredecekler." diyorlardı.

Seni kolay lokma sanıyorlardı. Cepheyi terk edeceğini, çoğunuzun esir olacağını düşünüyorlardı. Sonra, senin satın alınabileceğini zannettiklerinden, savaştan önce basın yoluyla her birinize 10 şiling verileceğini ve sizlere dokunulmayacağını duyuruyor, böylece cephede savaşacak Türk askerinin kalmayacağını inanıyorlardı. Oysa sen satılık değildin. Hiçbir zaman da olmamıştın. En fazlası ölümdü. Ancak sen onu da şerbet niyetine içerdin. Hele bu, kudsî bir gaye uğruna olursa... Geride kalanların da, tevekkülle "İnnalillah ve inna ileyhi raciun." derlerdi.

Zafer kazanmanın birinci şartı inanmaktı. Ancak İngiliz komutan Hamilton inanmıyordu, en azından şüpheleri vardı. Günlüğüne düştüğü, "Cephede bir harp günlüğü tutmalıyım. Buna ihtiyaç var. Gâlip gelene sorulmaz, fakat yenik düşen her şeyi cevaplandırmalıdır." notu, "yenilirsem" düşüncesiyle hareket ettiğini gösteriyordu. Diğer yandan, savaşın ilerleyen günlerinde, "Türkler gerçekten cesurlar ve görüldükleri yerlerde korku salıyorlar. Masal kitaplarında değil ama süngü takılmış parıltılar içinde bir uzun insan hattı, Allah Allah sesleriyle üzerimize koşuyor." sözleriyle, iman ve inançtan müteşekkil bir sette tosladıklarını, "Diğer zamanlarda 'Allah kısmet ettiyse' kayıtsızlığı içindeler." ifadeleriyle senin farklılığını dile getiriyorlardı.

Yorgundun, güçsüzdün. Ancak, vazifeni hakkıyla îfa etme konusunda mesuliyet hissiyle dopdoluydun. Ve sen Karargâh-ı Evvel Muhafız Piyade Bölüğü Kumandanı Mülâzım-ı Evvel Ruhi Bey olarak çıktın karşımıza bir de. İngiliz uçağını düşürmüştünüz. Pilotları atlayarak canlarını kurtarmıştı. Dalgalarla boğuşuyorlardı. Sizlerden -biraz önce öldürmeye çalıştığı kimselerden- yardım bekliyorlardı. Tam bu sırada komutanınız, "Bu iki adamı kurtarmaya kim gider?" diye sorunca, "Bir kumandan emir verdiğinde, süngü üzerine, top üzerine gidip ölmek vazifemdir." deyip atılmıştın ortaya. Sen merhametliydin ve düşmanından da esirgemiyordun bunu. "Düşmanım da olsalar, onları kurtarmak bana bir vicdanî vazife oldu." diyerek öne çıkmıştın. Sendeki bu vazife şuuru, düşmanlarının gözünden kaçmıyordu. "Hakikaten ben hayatımda bu derece cesur asker görmedim. Hücuma kalkıp ilerlemeye başladık mı üzerlerine yağdırdığımız mermi sağanağına aldırmadan soğukkanlılıkla ayağa kalkıyor, siperlerden fırlıyor ve başlıyorlar ateş etmeye... Bu askerler kendilerine verilen vazifeyi aynen yerine getirme hususunda pek mert hareket ediyorlar." sözleriyle hakikati teslim ediyordu Hamilton.

Bu destanın bir de "Sarı İbrahim'in oğlu Mehmet" sayfası vardı. Bir hücumda yaralanmış, bu hâlinle üç gün boyunca sürünerek mevziine yaklaşmaya çalışmıştın. Ancak bir de baktın ki, bir Avustralya kolu saldırı hazırlığında. İşte o zaman hayatını hiçe sayıp bağırarak uyarmıştın arkadaşlarını ve düşmanın püskürtülmesini sağlamıştın. Yüzbaşı Emin Ali Bey seni şöyle tanıtıyordu: "Semalardan tatlı bir hitap gibi gelen bir sesle düşmanı haber veren o meçhul askeri bulmak istedik. Gönderdiğimiz keşif kolu, 47. Alay Kumandanı Şehit Tevfik Bey'in boru neferi, Antalya'nın Kağnıcılar Köyü'nden Sarı İbrahim Oğlu Mehmet'i son nefeslerini verirken getirdiler. Bu kahraman çocuk, hayatının son deminde kendi için değil, siperdeki arkadaşları için unutulmaz büyük bir fedakârlık göstermiş, bize düşmanın baskınını bildirmişti. İşte Çanakkale muharebelerine hâkim olan sır burada, bu ölmeyen büyük ruhtadır."

Seni kolay lokma sanıyorlardı. Hemen yutuvereceklerdi. Ama sen kolay lokma olmadığını ziyadesiyle ispat ettin. Her birinizin yaşadığı ayrı bir destandı aslında. Hepinizin hikâyesi anlatılmaya, bilinmeye lâyıktı. Bir Çanakkale kahramanının, "İşte bey! Çanakkale baştanbaşa bir tarih, hattâ bir destandır! Temenni ederiz ki, memleketimizin mütefekkirleri, içtimaiyyunu (sosyal bilimcileri) bizdeki bu seciyeyi, bu levhaları parlatsın." sözleri her birinizin hâtıralarının ele alınmasının lüzumuna işaret etmektedir.


BÜYÜK VUSLAT

Posted by Adsız On 0 yorum

BÜYÜK VUSLAT
O gün Hatice Hanıma erken bir ağırlık çöktü. Akşam karanlığı yoğun bir sis gibi pencereden içeri akıyordu. Birkaç yıldız kırıntısının cama vuran görüntüsünde kocasının televizyon seyreden kocasının siluetini gördü. Erkenden istirahate çekilip düşünceleriyle baş başa kalmak istiyordu. Göz ucuyla kocasını süzdü. Haberlere kendini kaptırmış, Hatice Hanımın farkında bile değildi.
Kutsal topraklar için müftülüğe yazıldıkları günden beri endişeli, tedirgin ve huzursuz bir bekleyişin içine girmiş, kalbine tanıdığı bir acı çöreklenmişti. Yıllar önce, hava alanında 15 gün gece gündüz bekledikten sonra, bütün umutları yıkılarak, gözyaşlarını bir ırmak gibi yüreğine akıtarak, evine geri döndüğü günden beri, yüreğinin bir yerine sinsice yerleşen o bildik yara yeniden kanamaya başlamış, kimsenin görmediği yerlerde, saatlerce gözlerindeki mevsimsiz yağmuru akıtıp durmuştu.
Korkuyordu... Yıllardır özlemini çektiği sevgilisine kavuşamamaktan, O'nun yanına gidememekten korkuyordu.
Yıllar önce diyanete yaptıkları hac müracaatları kurada çıkmadığı için özel bir şirkete başvurmuşlar, ama ne yazık ki bir yığın bürokratik engeller yüzünden Esenboğa'da günlerce bekletildikten sonra geri gönderilmişlerdi. Daha sonraki yıllarda Diyanet isteklerini kabul etmiş, bütün hazırlıkları bitmiş, tam gidecekleri gün senelerdir muzdarip olduğu şeker hastalığı yüzünden komaya girdiği için, kocası o saadet yolculuğuna tek başına çıkmak zorunda kalmıştı. Oğulları onu acil olarak hastaneye yatırmışlar, fakat o yoğun bakımdayken bile devamlı o büyük sevgilinin adını sayıklamıştı. İyileştikten sonra yüreğinde buruk bir ukde ile yıllarca çocuklarına ve kocasına kendisini tekrar götürmeleri için yalvarmış ama doktorlar yüksek tansiyonu, şeker ve kalp hastalığı yüzünden yorgunluğa gelemeyeceğini ve sıcak iklimde yaşamasının mümkün olmadığını belirtmişlerdi. Ama Hatice Hanım yenilmemiş, içinde kor gibi yanan Resulullah aşkı ile kocasına devamlı baskı yapmış ve sonunda onu ikna etmeyi başarmıştı.
Dünyada hiçbir sevgi ile mukayese edilemeyecek ölçüde seviyordu Hz. Muhammed'i (s.a.s). Bu sevginin getirdiği erişilmez mutlulukla bulmuştu 63 yaşını. Yıllarca hep "Yarabbi içime Resulullah'ın (s.a.s) sevgisini öylesine yerleştir öylesine yerleştir ki, yüreğimde başka hiçbir sevgiye yer kalmasın" diye dua etmişti. Müftülükçe çekilen kurada isimlerinin çıkmasına rağmen, içinde hâlâ hastalığından kaynaklanan bir tedirginlik ve huzursuzluk vardı....
***
Hikayenin tam metnini SEN DE BAŞKASINA ANLAT isimli kitabımızda bulabilirsiniz.


HABİB BABA

Posted by Adsız On 0 yorum

HABİB BABA
Habib Baba, 4. Murat devrinin gizli, kimsenin bilmediği Allah dostlarındandır. Yaşlıdır, fakirdir, gariptir. Fakat Rabbinin katında da âlemlere denk bir değerin sahibidir.
Yaşlı Habib Baba, uzun bir kervan yolculuğunun sonunda Erzurum'dan İstanbul'a gelmiştir. Yolculuğunun tozunu, yorgunluğunu atmak için bir hamama gider...
Niyeti, şöyle iyice bir keselenip, paklanmak... Bedenini de ruhuna denk kılmaktır.
Fakat hamamcı Habib babayı içeri sokmak istemez.
“Bugün” der, “Sultan Murad'ın vezirleri hamamı kapattılar, dışarıdan müşteri alamıyoruz”
Habib baba üzülür... Rica, minnet eder, yalvarır...
“Ne olursun” der, “kimseye varlığımı belli etmem, aceleyle yıkanır çıkarım. Bu tozlu bedenle Rabbime ibadet ederken utanıyorum.”
Bin bir dil döker. Hamamcı ehl-i insaftır... Dayanamaz. Kabul eder... Hamamın en sonundaki odayı göstererek;
“Baba şu odada hızla yıkanıp çık, para da istemem. Yeter ki vezirler, senin farkına varmasınlar.”
Habib baba sevinerek kendine gösterilen yere girer. Yıkanmaya başlar... Ve bu arada hamamcının karşısında yeni bir müşteri belirir. Boylu, poslu, genç, yakışıklı biridir bu gelen. Onun da görünümü fakirdir... Ama sadece görünümü... İkinci müşteri kılık değiştirmiş, 4. Murad'dır. O gün vezirlerinin topluca hamam alemi yapacaklarından haberdar olan padişah merak etmiştir.
“Hele bir bakalım” demiştir, “bizim vezirler, hamamda benden uzakta, kendi başlarına ne yaparlar, nasıl eğlenirler?”
Ve bu merak padişahı, tebdil-i kıyafet ettirerek, hamama getirmiştir. Az önce yaşananlar bir kez daha tekrarlanır…
Hamamcı; “vezirler” der almak istemez... Padişah ise “ne olursun” der bastırır ve galip gelir... Habib babanın yıkanmakta olduğu odayı göstererek, genç padişahın kulağına fısıldar:
“Şu odada bir ihtiyar yıkanıyor. Sen de sar peştamalı beline gir yanına... Beraber sessizce yıkanın, bir an evvel çıkın... Ve ekler: “Aman ha! Vezirler varlığınızı bilmesinler.”
Sonra 4.Murad da Habib babanın yanına süzülür. Beraber sessizce yıkanmaya başlarlar.
Bu arada, hamamın büyük salonundan gelen tef, dümbelek, şarkı, türkü sesleri ortalığı çınlatmaktadır.
Habib babanın gözü, genç hamam arkadaşının sırtına takılır. Biraz kirlenmiş gibi gelir ona. Allah, hikmeti gereği dostuna, o yanındakinin tedbil-i kıyafet etmiş padişah olduğunu ilham etmiştir...
Ve yanındakini, görüntüsüne uygun, kendi gibi fakir bir delikanlı zanneden Habib baba yumuşak bir sesle konuşur:
“Evladım” der, “Sırtın fazlaca kirlenmiş, müsaade edersen bir keseleyivereyim.”
Padişah aldığı bu teklif karşısında şaşkınlaşır ve büyük bir haz duyar... Haz duyar, çünkü ömründe ilk defa biri ona, padişah olduğunu bilmeden, sırf bir insan olarak, karşılık beklemeksizin bir iyilik yapmayı teklif etmektedir.
Memnuniyetle Habib babanın önünde diz çökerken: “Buyur baba” der, “'ellerin dert görmesin”
Bu arada içerideki âlemin sesleri hamamı çınlatmaya devam etmektedir.
Habib baba, 4.Murad'ın sırtını bir güzel keseler. Fakat padişah kuru bir teşekkürle yetinmek istemez. Ne de olsa insandır ve o da her insan gibi kendine yapılan iyiliklerin kölesidir.
“Baba” der, “gel, ben de senin sırtını keseleyeyim de ödeşmiş olalım.”
Habib baba, teklifin kimden geldiğinden habersiz, tebessümle;
“Olur evlad” deyip, sultanın önünde diz çöker. Bu arada, Sultan Murad, kese yaparken bir yandan da Habib babayı yoklar, ağzını arar...
“Baba” der, “görüyor musun şu dünyayı... Sultan Murad'a vezir olmak varmış. Bak adamlar içerde def, dümbelek hamamı inletiyorlar, sen ve ben ise burada iki hırsız gibi...”
Habib baba Sultan Murad'ın cümlesini tamamlamasına fırsat bile bırakmaz, kendi hükmünü söyler. Sultan Murad'ın Habib babadan duydukları, ağzı açık bırakıp, keseyi elden düşürten cinstendir:
“Be evladım” der Habib baba; “Sultan Murad dediğin kimdir? Sen asıl Âlemlerin Sultanına kendini sevdirmeye bak. O seni sevince sırtını bile Sultan Murad'a keselettirir...”


HAYATI YARIŞMAK

Posted by Adsız On 0 yorum

HAYATI YARIŞMAK

Hayatı yaşamak ile hayatı yarışmak arasında ki farkın, çokça yaşandığı güzel ülkemde,

İnsanımız mutluluğu, kuyruğunu yakalamaya çalışan kedi misali aradığından olsa gerek, her zaman telaşlıdır.

Her yeni gün yaşamayı düşündüğü başka bir telaşı akşamdan planlamak, bu yarışın en önemli kuralıdır.

Onun içindir ki
“Nasılsın” sorusuna, “koşturuyoruz işte ne yapalım”,
diye cevap veren, başka bir millet duyamazsınız.

Daha 3 yaşındayken başlar ülkemde, telaşlı yaşama geçiş.

Kendisini kreş servisinde bulur, henüz uykusunu alamamış bebiş…

Mutsuz ve de şaşkın bakışlar atar etrafına; birazdan terk edileceğini hissetmiştir sanki…
Bir yandan da konduramaz aslında bu ayrılığı, kucağından hiç ayrılmadığı annesi…

Belki de ilk terk edişidir annenin yavrusunu. Ona daha zordur aslında ama neylersin, çalışmak zorundadır anne. Çünkü sadece babanın koşturması yetmez memleketim de.

Nereden baksan sarsıntı, nereden baksan hazindir bu ayrılık.
Ama yine o telaşlı yaşamda, kendine verilen rolü yaşaması icap eden kreş öğretmenleri kanıksamıştır artık, her yıl yaşanan bu trajediyi. Uyarırlar çocuğu ve anneyi,

“Annesi, bak seni ağlarken görürse, daha kötü olur çocuk. Bırak 5 dakika sonra dalıp oyuncaklara, unutur seni. Merak etme sen. Hadi git işine gücüne.
Rahat ol çocuğun, emin ellerde

Yani bir şeyleri bulunca anneyi unutmak, farkında olmadan, daha 3 yaşındayken öğrendiğimiz ve ileride mutlaka bilinçaltımıza yerleşen, sıkıntı verici bir duygudur.
Ve sorumlusu da ne yazık ki, annemizin her ay alacağı soğuk yüzlü bordrodur.

Çok güzel yanları vardır elbet okul öncesi eğitimin belki,
Ama sevginin, okul öncesi, teneffüs arası, okul sonrası yok ki…
Ama insanoğlunun en önemli özelliklerinden birisidir alışmak.
Kimisi erken, kimisi geç ama eninde sonunda alışmak…
Çabuk alışır çocuk kreşe…
Oyuncaklar, arkadaşlar, derken hayatı oradan ibaret yaşamaya başlar
ya da yaşadığını sanmaya.
Bünyesi daha o yaşlarda telaşlı yaşama hazırdır artık.
Erken yatıp erken kalkmak zorundadır, buz gibi havalarda annesinin sıcak elinden tutarak şoför amcayı beklemek, servisteki herkese gülücükler atmak ve “ne tatlı şey” olmak…
Yolculuğun sonuysa o bildik ayrılık…
Ama gelecektir anne hava kararınca, nedendir ki bu hüzün kreş öğretmenince…!
Onun da aslında inanamadığı bu cümlenin anlamsızlığını ay sonunda annenin eline geçecek para daha da anlamsızlaştırır ama şaşırmaz anne miktarı görünce nedense…
Ve nedendir bu hüzün sorusunu soran da 3 yaşında yaşamıştır bu hüznü ama
güzel özelliğidir insanın hüzünleri unutmak…
“7 çok geç, 5’te buluşalım çocukları okula göndermede kampanyaları”
hep acı vermiştir bana…
Çocukluğunu yaşayabileceği bir mahallesi bile olmayan,
apartmanların arasında sıkışıp kalan çocukluğunu, nerede bulacağını bile bilmeyen çocuk, okul da zanneder çocukluğunu ve yazıktır ki ilk gün anlar öyle olmadığını…
Okul Müdürü çok da net ses vermeyen mikrofona “füüü” derken,
çocuğun kurduğu hayallere de püf der aslında.
Olması gereken soğukluktaki şu cümlesiyle;
“Geçin bakayım düzgünce sıraya. Veliler terk etsin okul bahçesini hemen lûtfen.”
“Hemen” ile “lûtfen”in anlamsız birlikteliğine inanmak istemeyen anne, yine ayrılır çocuğundan ve çok nadirdir okul bahçesinde, rastlamak herhangi bir babaya…
Baba görsen bile hüznünü göremezsin, çünkü erkekler ağlamazı oynamıştır yıllardır
hem de başarıyla…
Evet, kreşteki kadar hüzün yoktur ama telaşlı yaşamaya çok hazır olan anne bünyesi, çoktan telaşa kapılmıştır bile… “Ya…” ile başlayan yüzlerce cümle kurar beyninde…
“Ya ağlarsa…”, “ya kavga ederse çocuklarla…”, “ya sevmezse okulu…”,
“ya öğretmen kızarsa biricik yavrusuna, bağırırsa…”, “ne yapıyordur ki şimdi”
ve gözyaşları akar bazen yüzüne bazen de içine…
Çünkü öyle büyümüştür anne olana kadar,
“ya kazanamazsam bu sınavı”, “ya kalırsam okulda” ki okul kalınabilen bir yer bile değilken, ne de komiktir aslında bu cümle…
“Ya ay sonunu getiremezsem” cümlesi en az okulda kalmaya çalışmak kadar komiktir,
en ilginç cümlelerden birisidir, ülkem insanının özetinde kullanılabilecek…
Kendisi zaten gelecek olan bir sonu getirmeye çalışmak olsa olsa
zamana saygısızlık değimlidir oysa…
Sen kendini ne kadar üzersen üz aynı atar saatin tık tıkları, ağrıtma boşuna karnını…
Ayrıca getirdiğini sandığın ayın sonu, bir dahakinin başlangıcı…
Ve bu kendi kendimize kısırlaştırdığımız döngü içerisinde,
“bir şey” bile olamadan tükenen ömürler mezarlığı ülkemde,
hep özlem vardır sahip çıkılamayan eskiye nedense…
Tabi, tabi 7 çok geç kardeşim, 5 yaşında alsın çocuklar sırtlarına 5 er kiloluk çantaları ve ezilsinler altında, öğrensinler hemen, sizin daha yaşamayı bile beceremediğiniz ama öğrendiğinizi zannettiğiniz hayatı, öğrensinler tabi.
Öğrenmek için ille de ezilmek gerek çünkü değil mi?
Onca defter kitap okulda çocuğa ait bir dolapta dursa olmaz değil mi,
taşımalı her gün o çocuklar daha 30 kilo bile değilken o ağırlıkları…
Eee ne de olsa mantık şu; madem dolap maliyetli,
olsun o zaman çocuk biraz daha kabiliyetli…
Çocuğa sorumluluk vermek güzeldir, meyvesini büyüyünce alırsın elbet.
Amma 1 ağaçta 2 ayrı meyve olmaz derler ya hani, bence olur…
Sorumluluğun yanında verilen, psikolojik sorunluluk, işte o ikinci meyvedir.
İleride tadı hiç de güzel olmaz, aksilik yemek zorunda kalırsın,
çünkü ağaçta kalsa çocuğa zarar, görmezden gelsen sana…
“Ön”lük giyen çocuğunuz, artık hep “arka”sını düşünmek zorunda olduğunu anlar,
her sabah yakasını takarken, acele edilen kahvaltı, ki hiçbir anlamı yoktur tıbben,
yetişmeye çalışılan şoför amcalar ve ilginç bir sıcaklığı olan,
her sabah çocukları şefkatle kucaklayan, okul bahçesinin ayrı bir yeri olur çocukta.
Yaşanacak bütün telaşların bir sırası vardır memleketimde,
kendimizin belirleyemediği ama mütemadiyen uyum gösterdiği…
Kreş, ilkokul, ortaokul, lise… Sonra üniversite telaşı ki anlamsız gelmiştir bana her zaman, ülkemdeki üniversite anlayışı.
Kimin, hangi bölümü, niye okuduğu belli olmayan ve sonunda alınan diplomayla
ancak “hiç bir şey” olunan, onca bölüm için senelerce girilen onca telaş,
hep bir şey olmaya çalışmanın sebebidir.
Ama sonunda bir şey olunmadığı başkaları tarafından anlaşılmış ve tasdik edilmiş olsa da halen aynı telaşı yaşayan binlerce insan…
Biraz şansın ya da arkanda senden önce adam olmuş bir adamın varsa,
30 güne yaymayı başarmaya çalışacağın bir maaşla iş bulursun ve
evet artık bir şey olmuşsundur toplum nazarında…
Erkeksen mesela, artık evlenebilmenin en önemli şartlarından birisi yerine gelmiştir…
Amma sünnet olmayan çocuğa “erkek” demeyen toplum,
askerliğini yapmayan insana da “adam” demediği için,
damatlık giymeden önce, mutlaka gizlemelidir hayallerini, miğferin altında…
Ertelenecek en son şey olan sevgi, gönderdiği mektuplarda gizlidir askerimin.
Gelinlik hayallerinin arasına sıkıştırmaya çalışır kızlarımız kavuşacakları günleri,
tabi şanslılarsa, kahpe bir kurşuna kurban gitmemişse damat adayı…
Askerdeki her damat adayının, aslında şehit adayı olduğu başka bir ülke var mı?
Sonra söz verir iki insan,
“vallahi evleneceğiz inanın. Hatta bakın yüzük bile takıyoruz sizler inanın” diye
ve başlar sorular, nişan-düğün telaşları
ve her döneme has sorulara verilen mahcup cevaplar…
“Yüzük taktınız mı yüzük?”, “Eee nişan ne zaman o zaman?”, “
Madem nişan o zaman, düğün ne zaman?”
“Ev nerede, kira mı?”, “Adam zengin mi?”,
“Peki gerçekten adam mı? Yani, askerliğini yapmış mı?” “İşi var mı?”
“Kız da, pardon, kadın da çalışıyor mu?”, “Geçinebiliyor musunuz bari?”,
“Geliyor mu, ay sonu? Bizimki yarıda kalıyor da bazen…”
Sonra tavsiyeler başlar, yaşadıklarının hayat olduğunu sananlar tarafından…
“Hayatınızı yaşayın biraz, çocuk yapmayın hemen”
Sahi ne demektir “hayatınızı yaşayın”, “o âna kadar yaşanan neydi peki”
diye sormazlar mı askerliğini yapmış, maaşlı bir işte çalışan adam’a?
Ya da sorduklarında bir cevap alabilirler mi evleneli 6 ay olmuş
ama annesinden ayrıldığına, 3 yaşındayken kreş kapısında, şimdi de el kapısında,
her gece gizli, gizli ağlayan artık kadın olmuş kıza…
Aslında “hayatınızı yaşayın biraz, çocuk yapmayın” diyenlerin
koskoca bir itirafı mıdır acaba; “biz yarıştık yıllardır bari siz yaşayın” mesela…
Evet, hayatınızı yaşayın bence de…
Yapmayın çocuk falan…
Çocuğu da kendi yapıyor sanması komiktir aslında insanın ya, neyse…
Daha 3’ün deyken ayrılacaksanız o çocuktan her sabah, 3 kuruş maaş için kreş bahanesiyle. Evet hayatınızı yaşayın bence de, eğer yaşadığınızı zannettiğiniz şey yarış değil,
hayatsa hala sizce de…
ATALAY DEMİRCİ
www.atalaydemirci.com


AŞK MEKTUPLARI

Posted by Adsız On 0 yorum

AŞK MEKTUPLARI

Rasim, bir akşam okuldan döndüğü vakit, kendi ismine gelmiş bir zarf buldu. İçinde, çiçekli bir kâğıt üstüne, şu satırlar yazılıydı:

"Rasim Bey, ben sizi uzaktan uzağa seven bir genç kızım. Çok güzel olduğumu korkmadan söyleyebilirim. Dünyada en büyük emelim sizin tarafınızdan sevilmek ve sizin karınız olmaktır. Fakat yaşlarımız çok küçük olduğu için zannederim ki birkaç sene beklemek gerekecek. Şimdilik kendimi size tanıtmayacağım. Mektuplarınızı ..... adresine taahhütlü olarak gönderiniz. Benim çok mutaassıp bir beybabam vardır ki, çok az sokağa çıkmama müsaade eder. Bununla birlikte belki bir gün ayaküstü görüşebiliriz. Kendimi şimdiden sevgiliniz ve nişanlınız saydığım için sizinle görüşmeyi fena ve ayıp bir şey saymıyorum. Evde yalnızlıktan çok canım sıkılıyor. Mektuplarınız benim için bir teselli olacaktır."

On altı yaşına gelmiş her okul çocuğu gibi, Rasim için de hayatta sevilip sevmekten daha önemli bir şey yoktu. Bu mektubu okur okumaz yüreğine bir ateş düştü. Tanımadığı bu kızı deli gibi sevmeye başladı. O gece sinemaya gidecekti, vazgeçti, erkenden odasına çekilerek kendisini seven bu genç kıza uzun bir mektup yazdı. Mektubu posta kutusuna attığı zaman birdenbire on yaş büyümüş gibi gurur duyuyordu.

İsminin Bedia olduğunu söyleyen bu genç kız, Rasim'in mektuplarına düzenli olarak cevap veriyor, eğer bir iki gün geciktirecek olursa kıyametleri koparıyordu.

"Sizi ne kadar sevdiğini ve sizin mektuplarınızdan başka tesellisi olmadığını söyleyen bir zavallı kızın gözlerini yollarda bırakmak doğru olur mu? Hem mektuplarınızı çok kısa yazıyorsunuz. Bir rica daha: Mektuplarınızı biraz okunaklı yazıyla yazamaz mısınız?"

Genç okullu, akşamları erkenden odasına kapanıyor, sevgilisine kendini beğendirmek için saatlerce müsveddeler yaparak, kitaplar gibi uzun mektuplar yazıyordu.

Bedia aynı zamanda meraklı bir kızdı. Bazen şöyle sorular sorduğu da oluyordu:

"Evlendiğimiz zaman balayımızı geçirmek için acaba İtalya'ya mı gidelim, İsveç'e mi? Bu iki memleket acaba nasıldır? Halkı nasıl yaşar, ne iş görür? Oralara gitmek için hangi denizlerden hangi memleketlerden geçilir?" Yahut da "Sen Abdülhak Hâmit Bey'in Eşber'ini okudun mu? Nerelerini en çok beğendiysen yaz da ben de okuyayım...”

Genç okullu, nişanlısına karşı küçük düşmemek için, coğrafya ve edebiyat kitapları karıştırıyor, onun istediği bilgiyi toplamak için günlerce çırpınıyordu.
***
Hikayenin devamını ve tamamını SEN DE BAŞKASINA ANLAT isimli kitabımızda bulabilirsiniz. Kitap TİMAŞ yayınlarından çıktı...(a.y)


BOYACI

Posted by Adsız On 0 yorum

BOYACI

pantolon paçalarıma attı ellerini
izin vermedim kızdı:
- dur evlat, dur!..
ben alışkınım, dedi.
ezildim, utandım kendimden
altmışındaydı, ayakkabılarımı boyuyordu
gecenin bir yarısıydı
yüzündeki çizgiler anlamlı
gülümseyerek sordu:
- memleket evlat
- samsun amca, dedim.
samsun…

konuşmak istemiyordum utancımdan
o başladı anlatmaya:
- üç oğlum var evlat
biri doktor, ikisi polis
doktor olan çok benziyor sana.
ayakkabılarımı boyuyordu
ve yaşı altmıştı
eziktim ve sordum:
- neredeler simdi?
- bilmem, dedi
gülerek,
- aramıyorlar beni, sormuyorlar
arada bir haberleri geliyor
iyiler ya, boş ver gerisini
değiştir evlat, değiştir, dedi.
vurdu ayağıma
- utanıyorlar benden
boyacıyım ya hani.
bir keresinde hastaneden kovdu beni
sana benzeyen,
doktor olan yani
pismiş üstüm başım, aldırmadı içeri
yıllar oldu görmedim hiçbirini.
boğazım düğümlendi yutkundum
- teyze yaşıyor mu amca, dedim?
- yaşıyor ya yaşıyor, dedi.
bak karşıda o da,
ördüğü patikleri satıyor.
döndüm gösterdiği tarafa
nur gibi yüzü
tombul elleriyle
patik örüyordu teyze
- Erzurumluyum evlat, dedi
dadaşım yani
yirmi yıldır yapıyorum bu işi
çocuklarımı ayakkabı boyayarak
okuttum ben…
sıktım dişlerimi
ve sordum:
- amca kızmıyor musun çocuklarına
baksalar ya size,
niye çalıştırıyorlar hala
gecenin bu yarısı terminallerde.
- bu hamur çok su götürür evlat
boş ver dedi boş ver,
değiştir hadi
hem sen arıyor musun ki babanı.
sustum…
- benim babam yok, dedim
küçükken ölmüş görmedim.
gülümsedi:
- anladım
sen ondan kızıyorsun benimkilere
- ne demek istedin amca, dedim.
altmışındaydı, ayakkabılarımı boyuyordu.
- benim babam da boyacıydı evlat, dedi
baba mesleği yani…
otuz sene oldu ben de görmedim babamı
öldü mü kaldı mı bilmiyorum
bu yüzdende onlara kızamıyorum
değiştir evlat, değiştir, dedi
utanarak vurdu ayağıma…

ATALAY DEMİRCİ (Kaleme Zeval Olmaz isimli kitabından)


YURT

Posted by Adsız On 0 yorum

YURT

Mahir Bey, Karadeniz'in şirin bir ilinden İstanbul'a gelmişti. Burada lüks semtlerden birinde oturuyordu. Muhafazakâr bir aileye mensup olmasına rağmen, mutluluk için tek anahtarın para olduğuna inanan, para kazandıkça mâneviyattan uzaklaşan, mâneviyattan uzaklaştıkça da dine tavır alan biriydi. Yakın çevresi onu mâneviyat ortamlarına davet ettiğinde, verdiği cevap genelde; "Geri kafalı bunlar, geri kafalı..." şeklinde olurdu.
Dinle ilgili konular, zamanla Mahir Bey'i oldukça rahatsız etmeye başladı. Konuşma içinde geçen "Allah" lâfzına bile tahammül edemez duruma geldi. Hele insanların dinî sohbet için bir araya gelmeleri veya hayır için yardım toplamaları onu iyice rahatsız ediyordu. Hayır işleri için yanına gelenlere; "Bırakın bunları kardeşim! Yapacak işiniz yok mu sizin?" derdi. Hattâ bir keresinde, memleketinde yapılacak bir yurt inşaatı için kendisinden yardım isteyen iş adamlarına etmediği hakaret kalmamıştı. Bununla da yetinmeyip, "Bunlar irtica yapıyorlar!" diyerek şikâyette bulunmuş ve hemşerilerini çok üzmüştü.
Tek çocuğu vardı Mahir Bey'in. Özel öğretmenler, özel okullar... Her şeyi özeldi Tuncay'ın. Belki de bu yüzden 'tatmin edilemeyen' bir genç olup çıkmıştı. Tuncay'ın 'takıldığı' arkadaşlar, gittiği mekânlar onu yavaş yavaş içinden çıkılmaz bir hâle sürüklüyordu. Çevresinden gelen uyarıların hiçbirini dikkate almıyordu. Mahir Bey bütün bunlardan haberdar olmakla birlikte, işin sonunu düşünmüyor, oğlunun durumunda kendince bir yanlışlık görmüyordu. Dostlarına ise, "Bu zamanda gençleri sıkmaya gelmez. Bırakın istedikleri gibi yaşasınlar. Biz görmedik diye, onlara da mı çektirelim?!..." diyordu.
Mahir Bey bir gün fabrikaya gittiğinde bir hemşerisini kendisini bekler buldu. "Mutlaka bir şey istemeye gelmiştir. Asalak herifler. Bir yapıştılar mı sonu gelmez. Bıktım bunlardan. Her gün bir yenisi." diye geçirdi içinden ve kaşlarını çatarak ofisine geçti.
Sekreteri:
- Efendim, bir beyefendi, hemşeriniz olduğunu söylüyor. 'Mutlaka görüşmem lazım.' diyor.
Mahir Bey peşin hükmün verdiği can sıkıntısıyla yüzünü buruşturarak, içeri almasını söyledi. Hemşerisi lafı uzatmadan:
- Tuncay, dedi.
Mahir Bey heyecanla:
- Ne Tuncay'ı? Bir şey mi oldu yoksa?!..
- Bizim oğlan dün gece Tuncay'ı uyuşturucu alırken görmüş. Haber vereyim, dedim.
Bu haber hayatının bütün tadını alıp götürmüştü Mahir Bey'in. "Ben ne yaptım ki bunlar başıma geldi? Bütün imkânları hazırladım onun için. Ne istediyse aldım. Neden? Neden?" diyerek isyan ediyordu.
O günden sonra oğlunu defalarca karşısına alıp konuşmayı denedi; ama olmadı. Tuncay, babasının sözüne kulak bile asmıyordu. Üstelik gittikçe daha da hırçınlaşıyordu. Tarifi imkânsız bir düşmanlıkla karşılıyordu babasının konuşmalarını. Mahir Bey buna bir mânâ veremiyordu.
Günlerce ne yapacağını düşündü. En meşhur psikologlara götürmeyi denedi; ama olmadı. Tuncay babasından gelen hiçbir teklife yanaşmıyordu.
İyice çaresiz kalan Mahir Bey'in aklına bir fikir geldi: Tuncay'ın dayısı Arif!
"Neden daha önce düşünmedim. Tuncay, Arif'i çok sever. Onu dinler." diye düşündü.
"Olmaz... Olmaz... Ben neler diyorum ya!" diye başını salladı sonra. Çünkü Arif Bey muhafazakâr biriydi. Mahir Bey bu yüzden onunla pek görüşmezdi. Ama şimdi sıkıntıda olan oğluydu. "Tuncay için her şeye katlanırım. Arif'e bile" diyerek Arif Bey'in yanına gitmeye karar verdi.
Arif Bey eniştesini büyük bir nezaketle karşıladı. İkramda bulundu, hürmet etti. Mahir Bey bir an önce konuya girmek ve içini dökmek istiyordu.
Oğlunun başına gelenleri tek tek anlattı. Çaresizliğini ilk defa bu kadar açıkça ifade ediyordu. Yeğeninin durumuna Arif Bey de çok şaşırmış ve üzülmüştü. Fakat ona göre bir çıkış yolu vardı:
Enişte, Tuncay buradaki ortamından mutlaka uzaklaşmalı. Çevresinde arkadaşları olduğu müddetçe, bizi dinlemesi çok zor. Memlekette tanıdığım çok güzel arkadaşların açtığı temiz, nezih bir yurt var. Nice genç tanıyorum ki, o yurda gidip geldikçe kötü alışkanlıklarını bırakıp güzel birer insan oldu. Benim teklifim de Tuncay'ı o arkadaşlarla tanıştırmak.
Bir süre, işin getirisini-götürüsünü konuştular. Karar verildi. Tuncay, dayısının yanına gelecekti.
Tuncay'ı çağırdılar. Dayısı yeğenini uzun uzun dinledi. Sonra konuyu açtı. Tuncay da sorular sordu, biraz direnir gibi oldu ve zaman istedi. Fakat dayısının gençlerin durumundan anlar hâli ve şefkati, ona güven vermişti. Dayısından herhangi bir baskı görmeyeceğini biliyordu. Yine de bir müddet düşünmek istediğini söyledi. Dayısı sabırlıydı.
Aradan birkaç ay geçtikten sonra, bir gün Arif Bey Tuncay'dan telefon aldı.
Tuncay, okulunun kalan kısmını tamamlamak için, memlekete, dayısının yanına gelmeye karar verdiğini söylüyordu. Dayısının sözünü ettiği yurtta kalacaktı.
İlk aylarda alışmakta zorluk çekse de, sonraları yurt ortamını çok sevdi Tuncay. Burada hoşgörü, içtenlik, sevgi ve saygı vardı.
Bir yıl sonra...
Haziran ayının güzel bir İstanbul sabahında, Mahir Bey'in evinin kapısında, ellerinde hediyeler ve çiçeklerle bir genç göründü. Bu, Tuncay'dan başkası değildi.
Büyük bir edep ve hasretle anne ve babasının elini öptü. O bildik Tuncay gitmiş, yerine bir 'beyefendi' gelmişti. "Bu kadar kısa zamanda bütün bunlar mümkün mü?" diyerek içten içe hayret ediyordu Mahir Bey.
Uzun bir zamandan sonra, ilk defa o akşam birlikte yediler. Bütün aile sofradaydı. Herkesin ilk intibaı, yüksek sesle dile getirmeseler de, Tuncay'ın bir hayli değiştiği yönündeydi.
Aradan birkaç gün geçti. Tuncay'ın sabah kalktığında yatağını toplaması, yemekten önce ve sonra ellerini düzenli yıkaması, sofranın kurulmasına ve kaldırılmasına yardımcı olması gibi hususlar aileyi iyice hayrete düşürüyordu.
Mahir Bey, Arif Bey'i aradı:
- Kim bu insanlar? Onlarla tanışmak istiyorum.
- Tabii ki! En kısa zamanda seni buraya bekliyoruz.
İlk uçakta yer ayırttı Mahir Bey.
Memleketini özlemişti. Yolculuk boyunca geçmişin tatlı hatıralarına dalıp gitti Mahir Bey. Nihayet uçak doğduğu topraklara vardı. Memleketinin havası, suyu, dağları, taşları aynıydı. Sıcak ve kucaklayıcıydı.
Yurdu tepeden tırnağa inceledi. Müdür beyle tanıştığında oldukça şaşırdı. Zîrâ müdür, üniversite mezunu oldukça genç biriydi.
- Size oğlum için yaptıklarınızdan dolayı teşekkür etmek için gelmiştim, dedi mahcubiyetle.
- Efendim, buraları açan işadamlarımız var. Teşekkür edilecek birileri varsa onlardır. Bu yurt onların fedakârlığıyla açıldı. Akşam yönetim kurulu toplantımız var. Eğer sizin için de uygunsa, sizi bekliyoruz.
Mahir Bey: "Tamam!" diyerek yurttan ayrıldı.
Akşama kadar çocukluğunun geçtiği yerlerde dolaştı. Düşünme imkânı buldu. Akşam olduğunda içini bir huzur kaplamıştı. Uzun zamandır hissedemediği bir huzur...
Tekrar yurda döndü. Görevli belletmenin yardımıyla yönetim kurulunun toplandığı salona çıktı. Heyecanlıydı. Kendini toparladı ve içeriye girdi. "İrtica yapıyorlar!" diye şikâyet ettiği hemşerileri karşısındaydı. Yeni hizmetler yapabilme adına, şahsî hayatlarından fedakârlık yapan bu heyet, ne zaman biteceği belli olmayan bir toplantı için, hiçbir karşılık beklemeyen dertli yürekleriyle bir araya gelmişlerdi. Söyleyecek başka söz yoktu.

B. Turgay YALANIZ
(Sızıntı Dergisi Eylül 2009)


YEDİ GERÇEK

Posted by Adsız On 0 yorum

YEDİ GERÇEK

Kaç yıldır benim yanımdasın?
- 20 yıldır efendim
- Bu zaman süresince benden ne öğrendin?
- Hiçbir şeyle değişmeyeceğim yedi gerçek öğrendim.
- Ömrüm seninle geçtiği halde topu topu 7 gerçek mi öğrendin?
- Evet.
- Söyle bakalım öyleyse neler öğrendin?
- Baktım ki herkes bir şeyi dost ediniyor, ona gönül verip bağlanıyor.
Ancak bunlardan hemen hepsi insanı yarı yolda bırakıyor. Ben ise, beni hiç bırakmayacak, ölümden sonra bile benimle gelecek şeyleri aradım. Ve dost olarak iyilikleri seçtim kendime. Ki onlar sonsuz bir yükselme yolculuğuna çıkmış insanoğlunun hiç tükenmeyecek azığı ve en gerçek dostlarıdır.
- Çok güzel, ikincisi ne bakalım?
- Baktım ki, insanların bir çoğu geçici dünya değerlerine dört elle sarılmış onları koruyor, kasalarda saklıyor, kaybolmaması için her çareye başvuruyor. Kimi zenginliğine, kimi güzelliğine, kimi ününe tutunmuş sımsıkı, onları elden çıkarmamak için çırpınıp duruyor. Oysa ben varlığımı ve bütün isteklerimi O'na satıp, gönlümü yalnız O'nun sevgisine açtım.
- Devam et!
- İnsanların üstün olmak için birbirleriyle yarıştıklarını gördüm. Ancak bir çoğu üstünlüğü yanlış yerlerde arıyor ve birbirinin üstüne basarak yükselmek istiyordu. Bunun üzerine üstünlüğü geçici dünya değerlerinde değil, akıl ve ahlakça yükselmekte, kötülüklerin her çeşidinden el etek çekip, iyiliklere vasıta olmakta aradım.
-Devam et yavrum.
- Yine baktım ki, insanlar sabahtan akşama birbirleriyle uğraşıyor, boş yere hayatı zehir ediyorlar kendilerine. Bütün bunların benlik, bencillik ve çekememezlikten ileri geldiğini gördüm. Ve gönlümü bu kirlerden arıtarak, herkesle dost olup, huzur ve güven içinde yaşamanın yolunu buldum.
- Sonra?
- Nedense herkes hatasının sebebini hep dışta arıyor ve başkalarını suçlamak yoluna sapıyordu. Böylece suçlarının örtüsü altına saklanıyordu. Oysa insanın başına ne geliyorsa kendi yüzünden ve kendi eliyle geliyordu. Bunun bilip yalnız kendimle cenge girerek, nefsimin iradesine uymamaya ve vesvese verenin ağına düşmemeye çalıştım.
- Doğru...
- Baktım ki insanlar şu bir lokma ekmek ve dünya geçimi için helal haram demeden, her türlü hakkı çiğnemekten çekinmiyorlar. Hem başkalarının hakkını alıp onları yoksul bırakmakla, hem de bu haksızlığın azabını ağır bir yük gibi vicdanlarında taşımakla iki kere kötülük etmiş oluyorlar. Oysa doğru yaşanıldığında ve hakça bölüşüldüğünde dünya nimetleri insanlara yeter de artardı bile.
- Ve yedinci?
- Yedinci olarak şunu gördüm ki, insanlar bir şeye dayanmak ve güvenmek ihtiyacındadırlar. Kimi zenginliğine, kimi güzelliğine... Bunların hepsi de bir süre sonra yıkılacak eğreti desteklerdir. Ben ise yalnız O'na sığınıp yalnız O'ndan yardım diledim. Ve bunun karşılığı sonsuz bir güven oldu.
- Seni tebrik ederim evladım. Ben de yıllar yılı bütün din kitaplarını inceledim. Hepsinin bu 7 gerçek etrafında döndüğünü tespit ettim.


SADAKÂT KAHRAMANI ÜÇ YİĞİT

Posted by Adsız On 0 yorum

SADAKÂT KAHRAMANI ÜÇ YİĞİT
Kurtuluş ve necat doğruluktadır. İnsan doğrulukla ölse bile bir kere ölür; hâlbuki her yalan ayrı bir ölümdür. Nitekim sadakat kahramanı Kâ'b b. Mâlik (radıyallâhu anh): "Ben doğruluğumla kurtuldum." der. Evet, doğruluk deyince O'nu hatırlamamak mümkün değildir.
Kâ'b b. Mâlik, kılıcı kadar sözü, sözü kadar da kılıcı keskin bir insandı. Şairdi. Şiirleriyle kâfirlerin moral dünyalarını alt-üst edebilirdi. Akabe'de gelip Allah Resûlü'ne biat etmişti. Dolayısıyla da Medine'nin ilklerindendi. Fakat Tebük Seferi'ne katılamamıştı. Tebük zorlu bir savaştı. Bu savaşta bir avuç insan koskoca Roma İmparatorluğu'nun ordularıyla yaka-paça olacaktı. Hem de çölün o kavurucu ve bitirici sıcağında. O düşünceyle gidildi.. o civanmertlik gösterildi.. o sevap alındı ama o korkunç muharebe sadece düşüncelerde kaldı.
Allah Resûlü, bütün askerî harekâtlarını gizli tutarken bu defa açık gitmiş ve herkesi açıktan davet etmişti. İşte, böyle açık bir davete rağmen Kâ'b, bu sefere iştirak edememişti. Şimdi siyer kitaplarından, kendi serencamını kendi ağzından icmal ederek anlatalım:
"Herkes muharebeye davet edildi. Çünkü mücadele çetin olacaktı. Fakat Allah takdir etmedi ve sadece tatbikattan ibaret bir hareket olarak kaldı. Böyle olacağı bildirilmiş veya bildirilmemişti ama Allah Resûlü bu muharebeye ayrı bir ehemmiyet veriyordu.
Herkes gibi ben de hazırlıklarımı tamamladım. Hatta o güne kadar hiçbir harbe bu kadar iyi hazırlanmamıştım. İki Cihan Serveri hareket komutunu verdi ve ordu harekete geçti. Ben kendi kendime: Nasıl olsa onlara yetişirim, diye beraber çıkmadım. Hiç de bir işim yoktu. Fakat kendime olan güvenim beni alıkoyuyordu. Bugün-yarın-öbür gün, derken günler gelip geçiverdi. Artık Allah Resûlü'ne yetişmem mümkün değildi. Mecburen bekleyecektim.. ve bekledim de. Hem de her saati günler süren bir bekleyişle bekledim.
Nihayet, Allah Resûlü'nün seferden dönüşü her yandan duyulmaya başladı. Zaten her defasında öyle olurdu. Medine, O'nun dönüşüne yakın yeniden bir kere daha canlanırdı. İşte şimdi yine herkesin yüzünde bir beşaşet vardı; Allah Resûlü dönüyordu...
Nihayet beklenen vakit geldi. Ordu Medine'ye avdet etti. Efendimiz de mutadı olduğu üzere evvelâ mescide uğrayıp iki rekât namaz kılmış ve halkla görüşmeye başlamıştı. Herkes bölük bölük mescide geliyor, ziyaret ediyor ve harekete iştirak etmeyenler de özür beyanında bulunuyorlardı. Benim durumumda olanlardan da çoğu mazeret bildirmiş ve Allah Resûlü tarafından mazeretleri kabul edilmişti. Ben de aynı şeyi yapabilirdim. Zira içlerinde ikna kuvveti ve söz söyleme kabiliyeti en güçlü olanlardan biriydim. Ama nasıl olur da hiçbir mazeretim olmadığı hâlde Allah Resûlü'ne yalan söyleyebilirdim. Yapmadım, yapamadım. Karşılaştığımızda, İki Cihan Serveri kalbimi delip geçen bir buruk tebessümle karşıladı beni. Ve: 'Neredeydin?' diye sordu. Durumumu olduğu gibi eksiksiz anlattım. Başını çevirdi ve dil ucuyla: 'Kalk git!' dedi.
Dışarı çıktım. Kavmim etrafımı sardı: 'Sen de bir mazeret söyle, kurtul!' dediler. Dedikleri bir aralık kalbime yatar gibi de oldu. Fakat birden kendime geldim ve sordum: 'Benim durumumda olan başkaları var mı?' 'Var.' dediler ve iki isim söylediler. İkisi de Bedir'e iştirak etmiş namlı, şanlı sahabeler arasında bulunuyorlardı: Mürâre b. Rebî ve Hilâl b. Ümeyye. Evet, onlar da hiçbir mazeret beyan etmeyerek doğruyu söylemişler ve benim durumuma düşmüşlerdi. -Estağfirullah- intizar koridoruna girmişlerdi. Benim için ikisi de kendilerine ittiba edilecek insanlardı.. ben de onlara uymaya karar verdim; mazeret ileri sürmekten vazgeçtim.
Üçümüz hakkında bir emir yayımlandı. Artık hiçbir Müslüman bizimle görüşüp, konuşmayacaktı. Diğer iki arkadaşım evlerine kapanıp, durmadan gece gündüz ağlıyorlardı. Ben, aralarında en genç ve kuvvetli olandım. Sokağa, çarşıya, pazara çıkıyor ve namaz vakitlerinde de mescide gidebiliyordum. Ancak benimle kimse konuşmuyordu. Vaktimin çoğunu mescidde geçiriyordum. Allah Resûlü'nden bir tebessüm yakalayabilmek için uzun uzun beklediğim oluyordu.. heyhât ki, her gün evime hicranla dönüyordum; O, yüzünden hiç tebessüm eksik olmayan insan, bir kere olsun, bana bakıp tebessüm etmemişti. Selâm veriyordum; acaba dudakları kımıldayacak mı diye gözlerimi dudaklarına dikiyordum. Gel gör ki en hafif bir kımıldama olmuyordu.
Çok defa namaz kılarken gözümün ucuyla O'na bakıyordum. Namaza başladığımda bana bakıyordu. Fakat namazımı bitirince hemen benden gözünü kaçırıyordu. Tam elli gün böyle geçecekti. Bütün insanlar ve bulunduğum yer bana öylesine yabancılaşmıştı ki, kendimi yabancı bir ülkede zannetmeye başladım.
Bir gün Ebû Katâde -ki amcamın oğluydu, onu çok severdim, o da beni canı kadar severdi- onun bahçesinin duvarından atlayarak yanına sokuldum. Selâm verdim, selâmımı almadı. Sordum: 'Allah için söyle, benim Allah ve Resûlü'nü sevdiğime inanmıyor musun?' O hiç cevap vermedi. Sözümü üç defa tekrar ettim. Üçüncüsünde de: 'Allah ve Resûlü bilir.' dedi ve yanımdan ayrıldı. Dünya başıma yıkılmıştı. Ebû Katâde'den bu sözü hiç beklemiyordum. Gözlerim doldu ve hıçkıra hıçkıra ağladım. Yine bir gün Medine sokaklarında yapayalnız dolaşırken; sokaklarda bir adamın beni soruşturduğunu duydum. Sorduğu şahıslar işaretle beni göstermişlerdi. Adam yanıma geldi, elinde de bir mektup vardı. Mektup bana aitti. Gassân Meliki'nden geliyordu. Melik beni, kendi memleketine davet ediyordu. Mektubunda: 'İşittim ki sahibin seni yalnız bırakmış.. Bize gel; senin gibilerin bizim nezdimizde kadri yüksektir...' gibi sözler ediyordu. "Bu da bir imtihan." dedim ve mektubu yırtarak ateşe attım.
Kırkıncı gündü. Allah Resûlü bir adam göndermişti. Gelen şahıs bizim, hanımlarımızdan uzak durmamız gerektiğini söylüyordu. 'Boşayayım mı, ne yapayım?' dedim. -Ah vefasına kurban olduğum insan!- 'Sadece uzak dur!' dedi ve gitti. Hanımıma kendi evlerine gitmesini söyledim. Bu arada Hilâl'in hanımı gidip, hizmet etmek kaydıyla izin istemişti. Hilâl yaşlı bir insandı. Kendi işini göremiyordu. Ve Allah Resûlü onun hanımına izin vermişti. Bazıları benim de aynı şekilde izin almamı istediler. Fakat kabul etmedim. Zira Allah Resûlü'nün böyle bir teklifi nasıl karşılayacağını bilemiyordum.
Derken bir müddet de böyle geçmiş ve tam elli gün dolmuştu. Artık dayanamaz hâle gelmiştim. Dünyam kararmış ve kabir kadar daralmıştı. Her zaman yaptığım gibi evimin damında sabah namazını kılmış, oturuyordum. Birisinin yüksek sesle ismimi söylediğini duydum. Ses: 'Müjde Kâ'b!' diyordu. İşi anlamıştım. Hemen secdeye kapandım. O gün sabah namazından sonra Allah Resûlü affımızı ilân etmişti. Mescide koştum, herkes ayağa kalkmış beni tebrik ediyordu. Talha boynuma sarıldı, yüzümü, gözümü öpüyordu. Sanki yeniden bir Akabe yaşıyordum. Allah Resûlü'nün huzuruna gelip elini tuttum. O da benim elimi tutmuştu. -O anda Cennet'le müjdelenseydi dahi zannediyorum bu kadar sevinmeyecekti- Allah Resûlü: 'Allah sizi affetti.' buyurdular. Ve hakkımızda inen şu âyeti okudular:
"Ve (Allah o tevbeleri) geri bırakılan üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah'tan yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hâllerine) dönmeleri için Allah onların tevbesini kabul etti. Çünkü Allah Tevvâb'dır, Rahîm'dir."(Tevbe Sûresi, 9/118)
O bu âyeti okuduktan sonra Resûlullah'a hitaben, 'Yâ Resûlallah! Ben doğrulukla kurtuldum.. Bundan böyle ömrüm oldukça da doğrudan başka bir şey söylemeyeceğime, söz veriyorum.' dedim."158


NİMETLERİN FARKINA VARMAK

Posted by Adsız On 0 yorum

NİMETLERİN FARKINA VARMAK

İsa aleyhisselam bir ağacın altında dua eden birini gördü. Dikkatlice baktığında adamın ayakları yürümeyen bir kötürüm olduğunu anladı. İki gözü de görmüyordu. Vücudunda ise bir tür deri hastalığı olduğu anlaşılıyordu.

Ama adam bütün bunlara rağmen ellerini kaldırmış şöyle dua ediyordu:

– Ey nice zenginlere vermediği nimeti bana ikram eden Rabbim! Sana ağaçların yaprakları sayısınca şükürler olsun!.

Hazret–i İsa kötürüm adama yaklaştı:

– Ayağın yürümüyor, gözün görmüyor. Bedenin de sıhhatli görünmüyor. Buna rağmen çoğu zenginlere verilmeyen nimetlerin sana verildiğini düşünmekte, bunun için de büyük bir mutlulukla şükretmektesin. Hangi nimettir nice zenginlere verilmediği halde sana verilen? Kapalı gözleriyle sesin geldiği yana yönelerek dedi ki:

– Efendi! Allah bana öyle bir kalp vermiş ki, o kalple O’nu tanıyorum. Öyle de bir dil vermiş ki, o dille de O’na şükrediyorum. Halbuki, dünyanın serveti elinde olan nice zenginler var ki, kalbinde O’nu tanıma sevinci, dilinde de O’na şükretme mutluluğu yoktur. Ama gel gör ki, ayakları topal, gözleri kör, bedeninde hastalıklar bulunan bu kötürüm adama Rabbim, bu sevgiyi ihsan eylemiş, bu nimetin farkına varma tefekkürünü lütfeylemiş. İşte bunu düşününce kendimi tutamıyor da:

– Nice zenginlere vermediği nimeti bana veren Rabbime ağaçların yaprakları sayısınca şükürler olsun!. diye sevinç duaları etmekten kendimi alamıyorum.

Kafa gözü kapalı da olsa kalp gözü açık olan bu kötürüm adama yaklaşan İsa aleyhisselam:

– Ver şu elini öyle ise! diyerek adamın elinden tutar, eğilerek görmeyen gözlerinden öper.

Peygamberin dudaklarının değdiği gözler anında açılır. Karşısındakinin İsa aleyhisselam olduğunu görünce heyecanlanan adam:
***
Hikayenin devamını ve tamamını, SEN DE BAŞKASINA ANLAT isimli kitabımızda bulabilrisiniz. Kitap, Timaş yayınlarından çıktı...(a.y)


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Sayfamızı Beğenmenizle
Mutluluk Duyarız