Social Icons

Pages

V. DİNLERİN TASNİFİ

Posted by Adsız On 30.06.2010 0 yorum

[ V. DİNLERİN TASNİFİ ]

Dinlerle ilgili ilmî araştırmalara paralel olarak dinler değişik açılardan çeşitli kıstaslara göre tasnife tâbi tutulmuş ve ele alınan kıstaslara göre farklı tasnif şemaları ortaya çıkmıştır.

Batıda din tasnifleri genelde Tanrı kavramı, sosyoloji-tarih ve coğrafya-tarih açılarından olmak üzere üç kavrama dayalı olarak yapılmaktadır.

Tanrı kavramı ele alınarak yapılan tasnif şu şekildedir:

1. Tek tanrılı dinler (ilâhî dinler). 2. Düalist (iki tanrılı) dinler (Mecûsîlik). 3. Çok tanrılı dinler (Eski Yunan, Roma ve Mısır dinleri gibi). 4. Tanrı konusunda açık ve net olmayanlar (Budizm, Şintoizm gibi).

Sosyolojik-tarihî açıdan yapılan din tasniflerinden birisi şu şekildedir:

1. Kurucusu olan dinler (Yahudilik, Hıristiyanlık, İslâm, Budizm gibi). 2. Geleneksel dinler (kimin tebliğ ettiği belli olmayan dinler, ilkel dinler, Eski Yunan, Eski Mısır dini gibi).

Bir diğer tasnif ise şöyledir: 1. İlkel dinler. Bundan maksat, bazılarının dinî gelişmenin ilk basamağı olarak düşündükleri animizm, natürizm, totemizm, fetişizm gibi aslında sadece bir kült olarak dikkate alınabilecek nazariyeler değil, ilkel kabile dinleridir (Nuer, Dinka, Ga dinleri gibi). 2. Millî dinler. Genellikle bir kurucusundan söz edilmeyen, sadece bir millete ait olan geleneksel yapıdaki dinlerdir (Eski Yunan, Mısır, Roma dinleri gibi). 3. Dünya dinleri. Hıristiyanlık ve İslâm gibi.

Coğrafî-tarihî açıdan ise dinler; Ortadoğu veya Sâmi grubu (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm), Hint grubu (Hinduizm, Budizm, Jainizm), Çin-Japon grubu (Konfüçyüsçülük, Taoizm, Şintoizm), Afrika grubu şeklinde bir ayırıma tâbi tutulabilir.

Dinler tipolik, morfolojik, fenomenolojik özellikleri göz önünde tutularak da tasnif edilebilir. Vahye dayanan-dayanmayan, misyonerliğe yer veren-vermeyen, âhiret inancı olan-olmayan, kutsal kitabı olan-olmayan, geçmişin-günümüzün dinleri, bir bölgeye veya kıtaya özgü dinler-değişik bölge ve kıtalara yayılan dinler gibi tasnif kitlelerine göre de din tasnifleri yapılabilir.

İslâm bilginlerinin din tasnifi "hak din-bâtıl din" şeklindedir ve bu ayırım Kur'ân-ı Kerîm'e dayanmaktadır.

Kur'ân-ı Kerîm'de İslâm için "Allah katındaki din" (Âl-i İmrân 3/19), "dosdoğru din" (er-Rûm 30/30), "hak din" (et-Tevbe 9/33; el-Fetih 48/28; es-Saf 61/9) tabirleri yer almaktadır. Yine Kur'ân-ı Kerîm'de İslâm dışındaki inanç sistemlerine de din denilmektedir (et-Tevbe 9/33; el-Fetih 48/28; es-Saf 61/9; el-Kâfirûn 109/6). Buna göre kaynağının ilâhî olması ve orijinal şeklini koruması sebebiyle İslâm hak dindir. İlâhî vahye dayanmakla birlikte aslî şeklini koruyamamış dinlere de (Yahudilik, Hıristiyanlık) değiştirilmiş, tahrif edilmiş anlamında muharref dinler denilmektedir. İlâhî vahye dayanmayan dinler ise bâtıl dinlerdir.

İslâmî kaynaklarda vahye dayanan dinler için genellikle "milel", bâtıl dinler için "nihal" kelimeleri de kullanılır. Nihle (çoğulu nihal) kelimesi, din içinde oluşan fırka anlamında da kullanılır.

Bu temel sınıflandırma dışında bazı İslâm bilginleri tarafından daha ayrıntılı tasnifler de yapılmıştır. Meselâ, tanınmış İslâm bilginlerinden Şehristânî ilâhî dinler-bâtıl dinler ayırımını yapmakta, aslî mânada din ehli olarak müslümanları; Ehl-i kitap denilen yahudileri ve hıristiyanları; kitabı bulunması şüpheli olan Mecûsîler'i saymakta; kendi beşerî telakkilerine uyan kimseler olarak da filozoflar, Sâbiîler, Dehrîler, yıldızlara ve putlara tapanlarla Brahmanlar'ı zikretmektedir.

İslâm inancına ve Kur'ân-ı Kerîm'e göre ilk insan çeşitli teorilerde öne sürüldüğü gibi ilkel, mantıkî düşünce ve yorumdan yoksun bir vahşi değil, Allah'ın emirlerine muhatap olan sorumluluğunun bilincinde ve en güzel biçimde yaratılmış seçkin bir varlıktır. İlk insan aynı zamanda diğer bütün varlıklar arasında Allah'ın halife olarak niteleyip seçtiği bir peygamberdir. Yahudilik ve Hıristiyanlık'ta olduğu gibi İslâm'da da din ilâhî bir kaynağa dayanmaktadır. Dolayısıyla dinin ilk şekli, XIX ve XX. yüzyıllarda öne sürülen teorilerde olduğu gibi çok tanrıcılık, bâtıl inançlar, hurafeler ve putperestlik değil, bir yüce kudrete iman yani tevhid inancıdır. Nitekim monoteist (tek tanrı) teori de bunu doğrulamaktadır.

İslâm'a göre ilk peygamberin tebliğ ettiği din ile daha sonra gelen peygamberlerin ve son peygamber Hz. Muhammed'in tebliğ ettiği din, temel nitelikleriyle aynıdır. Allah'a iman, peygamberlik müessesesi ve âhiret inancı hepsinde vardır. Sadece yaşanılan bölge ve döneme göre değişen bazı kurallar dışında temel inanç esaslarında ve genel prensiplerde değişme yoktur. Çünkü dinin hitap ettiği insan, temel nitelikleri bakımından her dönemde aynı insandır.

Bütün peygamberler hak dini tebliğ etmiş, onun yaşanmasını teşvik etmiş, kendileri de örnek olmuşlardır. Hz. Mûsâ'nın getirdiği dine Yahudilik, Hz. Îsâ'nın getirdiği dine de Hıristiyanlık adı sonradan verilmiştir. Ne Hz. Mûsâ, ne de Hz. Îsâ bu adları kullanmışlardır. Onlar Allah'ın emirlerini tebliğ etmiş, bir olan Allah'a iman ve kulluğa çağırmış, ilâhî kitap olan Tevrat ve İncil'e göre yaşamaya davet etmişlerdir.

Kur'ân-ı Kerîm, peygamberlerin getirdikleri dinlerin aynı hak din olduğunu kaynak ve temel esaslar açısından belirtmiş, ama İslâm adını son peygamberin tebliğ ettiği dine ad olarak vermiştir. "Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim" (el-Mâide 5/3) meâlindeki âyet de bunu ifade eder.


IV. DİNİN ÖNEMİ

Posted by Adsız On 0 yorum

[ IV. DİNİN ÖNEMİ ]

Din tarihin bütün devirlerinde ve bütün toplumlarda daima mevcut olan evrensel ve köklü bir olgudur. İnsana hitap eden ve insan için söz konusu olan din, insanla beraber var olmuş ve tarih boyunca varlığını sürdürmüştür. Din insanlığın vazgeçilmez bir gerçeği olması sebebiyle bundan böyle de varlığını devam ettirecektir. Tarihin hangi devresine bakılırsa bakılsın dinsiz bir toplum görülmemektedir. İnsanlık tarihinin her döneminde din, canlılığını korumuş ve insan hayatının ayrılmaz bir vasfı olma karakterini sürdürmüştür. Bunun da temel sebebi, insanın dinî bir varlık olması, başka bir ifadeyle dinî duygunun, fıtrî (doğuştan gelen) bir özellik olarak insanın kendi öz varlığı hakkındaki şuur ile birlikte ortaya çıkması, bu şuur ile birlikte gelişmesidir.

Din duygusu insanın doğuştan beraberinde getirdiği bir duygudur. İnsan, her zaman ve her yerde yüce, kudretli ve ulu bir varlığa sığınma, ona güvenme ve ondan yardım dileme ihtiyacını hissetmiştir. Bu sığınma ve güvenme duygusu, din ile karşılanmaktadır.

Dinin fıtrî oluşu Kur'an'da şu şekilde belirtilmektedir: "Sen yüzünü bir hanîf olarak dine, Allah'ın fıtratına çevir ki O, insanları bu fıtrat üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez" (er-Rûm 30/30).

İnsan, yapısı itibariyle dine muhtaçtır. Çünkü insan ruh ve bedenden ibarettir. Bedenî ihtiyaçları karşılamak nasıl hayatın bir gereği ise, mânevî varlığın devamı da ruhî ihtiyaçlarının karşılanmasına bağlıdır. Onun bu ihtiyaçlarını karşılayan en köklü müessese ise dindir. İnsanın, yüce bir kudretin mevcudiyetini kabul edip ona yönelmesi, dua ve niyaz ile ona sığınması, doğuştan getirdiği sığınma, güvenme ve bağlanma duygularının en güzel karşılığıdır. Bu güvenme, sığınma ve bağlanma duyguları insanda öylesine köklüdür ki tarih boyunca bütün insanlar şu veya bu şekilde bir kişi, nesne veya varlığa kutsallık ve yücelik nisbet edip bağlanmışlardır. Kendisine yönelinecek, sığınılacak en mükemmel varlık ise şüphesiz kâinatın yaratıcısı olan Allah'tır. Çeşitli dinlerde farklı isimlerle anılan, çeşitli şekillerde tasvir edilen yüce kudret veya kutsal varlıkların özünde bu inanç yatmaktadır.

Her şeyi var eden bir yüce kudretin mevcudiyetini kabul edip ona bağlanma insanı kuvvetlendirdiği gibi, dua, niyaz ve Allah'a sığınma insanı yüceltir.

Din fertleri mukaddes duygu ve alışkanlıklarda birleştiren, toplumları yücelten ve geliştiren bir kurumdur. Din insanlara yön verip, onları iyi ve faydalı şeyler yapmaya yönelten bir hayat nizamıdır.

Din aynı zamanda ahlâkî bir müessese olarak insanlara yön veren, en mükemmel kanunlar ve en sıkı nizamlardan daha kuvvetli bir şekilde kişiyi içten kuşatan, kucaklayan ve yönlendiren bir disiplindir.

İnsanın psikolojik yapı ve yaşayışında karşılaştığı yalnızlık, çaresizlik, korkular, üzüntü ve sarsıntılar, hastalıklar, musibet ve felâketler karşısında ona ümit, teselli ve güven sağlayan en son sığınak din olmuştur. Ayrıca dinî yaşayışın insanı ruhî bunalımlardan koruduğu; kendisine ve çevresine karşı daha duyarlı ve dengeli yaptığı bilinmektedir.

Dindeki âhiret inancının hem dünya hayatındaki davranışlarda etkili olduğu hem de insandaki ebediyet duygusuna cevap verdiği ortadadır.

İnsanlığın mânevî ve zihnî gelişmesinde dinin önemli payı vardır.


III. DİNİN KAYNAĞI

Posted by Adsız On 0 yorum

[ III. DİNİN KAYNAĞI ]

İslâm inancına göre dini vahiy yoluyla bildiren Allah'tır; bütün gerçek dinler Allah'tan gelmiş ve safiyetlerini korudukları sürece yürürlükte kalmıştır. İlk insan aynı zamanda ilk peygamberdir ve kendisine bildirilen din de tevhid dinidir. Allah'ın varlığı ve birliği ile nübüvvet ve âhiret inancı bütün ilâhî dinlerde değişmez ilkeler olarak yer alır. Bundan dolayı Hz. Âdem'den Hz. Muhammed'e kadar bütün peygamberlerin getirdiği hak dinlerin ortak adı İslâm'dır. Ancak tarihin akışı içinde insanlar hak dinden uzaklaşmış ve beşerî zaaf neticesinde yanlış yollara, bâtıl inanç ve yaşayışlara yönelmişler, dinde meydana gelen bu bozulma ve farklılaşma sebebiyle Allah peygamberler göndererek insanları ya eski dinlerini aslî şekilde öğrenip uygulamaya çağırmış veya yeni bir din ve şeriat göndermiştir.

Bu bakımdan İslâm'ın insan ve din telakkisi, insanın ve dinin evrim iddialarıyla bağdaşmaz. İslâm'a göre insan başlangıçta en güzel bir kıvamda yaratılmıştır (et-Tîn 95/4). Hz. Âdem'den itibaren bütün insanlar, Allah tarafından gönderilen tevhid dininin esaslarını kavrayıp benimseyecek ve hayatlarını bu esaslara göre düzenleyecek seviyede zihnî, ruhî ve bedenî kapasiteye sahip kılınmıştır. Allah'ın başlangıçtan itibaren insanlara bildirdiği dinin tevhid dini olduğu ve onların bu dini benimsemeye yatkın bir fıtratta yaratıldığı belirtilmiştir (er-Rûm 30/30).

İslâm bilginleri Kur'an'ın bu konudaki açıklamalarına dayanarak insanda hak dini benimseme temayülünün fıtrî olduğunu ifade ederler. Yine İslâm bilginlerinin çoğuna göre âyette (er-Rûm 30/30) geçen fıtratullah tabiri Allah'ın dini demektir ki o da İslâm ve tevhiddir. Âyet ve hadislerde hak dinlerin ilâhî kaynaklı olduğu ısrarla vurgulandığından İslâm âlimlerinin din tariflerinde de bu kayıt daima yer alır. Bu sebepledir ki herhangi bir hak dinin, peygamberine veya ortaya çıktığı kavme nisbet edilerek adlandırılması İslâmî literatürde pek kabul görmez.

Batı'da XVI. yüzyıldan başlayarak ilkel kabilelerin hayat ve dinlerine ilgi duyulmuş; XVIII. yüzyıldan itibaren dinin kaynağı konusunda kutsal kitapların verdiği bilgi dışında bazı kaynakların tesbitine çalışılmış; arkeolojik, antropolojik çalışmalarla elde edilen bulgular değerlendirilerek geçmişteki milletlerin, hatta tarih öncesi toplumların dinleri ve inançları üzerine bazı tezler ileri sürülmüştür. Meselâ ilk dönemlerde insanların tabiat olaylarının etkisi altında kalıp onlara kutsallık atfettiği (natürizm), ruhlara, özellikle de ecdat ruhlarına tapındığı (animizm), büyüye, bitki ve hayvanların kutsallığına inandığı (totemizm) veya kutsalı toplumun ve sosyal yaptırımın belirlediği, ilkel toplumlara ait bu inanışların ileri dönem dinlerinin temelini oluşturduğu gibi teori ve var sayımlar ileri sürülmüştür. XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Batı'da etkili olan pozitivist ve materyalist propagandalar ile evrim teorisinin, kutsal kitaplarla çatışan iddia ve faraziyelere kaynaklık ettiği söylenebilir. Dinin en basit, en yalın ve sade şekline ilkel kavimlerde rastlanabileceği fikrinden yola çıkan bu teoriler, zamanla bunu, araştırmalarının dayandığı bilimsel yöntem olarak da benimsediler. Söz konusu teoriler, tekâmül nazariyesini esas almakta ve dinin kaynağının hurafe türünden inançlar, bâtıl itikadlar ve çok tanrıcılık olduğunu, evrim neticesinde insanlığın tek Tanrı inancına ulaştığını savunmaktaydı.

Bu teorilerin yanında yine aynı bilimsel yolları takip eden ve fakat tümüyle farklı neticelere varan bir başka teori daha vardır ki o da ilkel monoteizm teorisidir. Bu teze göre insanoğlunun en eski inancı tek Tanrı inancıdır. Taylor'un animizm nazariyesine karşı ilk ciddi itirazda bulunan öğrencisi Andrew Lang, Güneydoğu Avustralya ilkel kabilelerinde animizme rastlanmadığını fakat insanların ahlâkî âdâba uyup uymadıklarını denetleyen ve gökte bulunan bir yüce Tanrı kavramına her yerde rastlandığını ortaya koydu. Buna benzer bir ilkel tek tanrıcılık Wilhelm Schmidt tarafından da savunuldu. O, bütün ilkel kabilelerde bir yüce varlık inancının delilleri bulunduğunu ispat etti. Bütün dinî gelişmelerin başlangıcında görülen her şeye kadir bir yüce varlık inancının tarihî-kültürel değişmeler sonucu daha sonraları politeizm, animizm gibi inançlara dönüştüğü, bununla beraber bu eski inancın izlerinin hâlâ mevcut olduğu tezi ilmî çevrelerce açıklandı.

Dinin kaynağı konusunda en son ilmî neticeler vahyin bildirdiğini desteklemekte ve dinin kaynağının tevhid inancı olduğunu ortaya koymaktadır.


II. DİNİN TANIMI

Posted by Adsız On 0 yorum

[ II. DİNİN TANIMI ]

Tanımı en zor kavramların başında din gelmektedir. Dini tanımlarken gerek geçmişte yaşamış gerekse günümüzde mevcut bütün inanç şekillerini kuşatan ve hepsinde müşterek esasları ifade eden bir tanım yapmanın zorluğu ortadadır. Dinin bütün dinleri içine alabilecek bir tanımı ancak din kavramının sınırları kesin bir şekilde belirlendikten sonra yapılabilir. Kapsamlı bir tarif için öncelikli olarak şahsî tecrübe yoluyla elde edilmiş olan dindarlık kavramını tahlil etmek ve elde edilen sonucu dinî gerçeklerle karşılaştırmak gerekir. Bütün zorluklarına rağmen yine de dinin çeşitli tanımları yapılmıştır ve bu tanımlar genelde tanımı yapanların kendi sübjektif görüşlerini yansıtmaktadır.

Çağdaş Batılı ilim adamları tarafından dinin birbirinden farklı tarifler yapılmıştır. Bu tarifler büyük ölçüde ferdî tecrübe ile zihnî, hissî, taabbüdî ve içtimaî elemanlardan ibaret beş unsurun birini ya da birkaçını öne çıkararak yapılmıştır. Ferdî tecrübe dışında kalan mevcut bu dört unsuru şu şekilde açıklamak mümkündür:

a) Zihnî unsur. İnsanın kendisinden üstün bir güç ve kudretin mevcudi-yetini zihnen kabulü. Tanrı kavramı veya çok genel ifadesiyle kutsal kavramı, bütün dinlerin özündeki temel unsurdur.

b) Hissî unsur. Zihnen varlığı kabul edilen bu üstün güç ve kudrete karşı kalben duyulan bağlılık duygusu.

c) Taabbüdî unsur. Zihnen varlığı kabul edilen, kalben kendisine bağlanılan yüce kudrete karşı bazı davranışları yapma yükümlülüğü. Buna davranış faktörü de denilmektedir ki çok genel olarak ibadeti veya kulluk gereklerini ifade etmektedir.

d) İçtimaî unsur. Aynı zihnî, hissî, taabbüdî unsurları paylaşan insanların oluşturduğu sosyal grup.

Dinlerde bulunan bu unsurların yanında, din bilimleri açısından dini oluşturan hususlar olarak kabul edilen ve bütün dinlerde bulunabilen unsurların başlıcalarını şu şekilde sıralayabiliriz: Tabiat üstü, insan üstü varlıklara inanç (Tanrı, melekler, cinler, ruhanî varlıklar gibi); kutsalla kutsal olmayanı ayırma; ibadet, âyin ve törenler; yazılı veya yazısız gelenek (kutsal kitap, ahlâkî kanunnâme); tabiat üstü, insan üstü varlık veya kutsalla ilgili duygular (korku, güven, sır, günahkârlık, tapınma, bağlılık duyguları gibi); insan üstü ile irtibat (vahiy, peygamber, dua, niyaz, ilham gibi vasıta ve yollarla); âlem ve insan, hayat ve ölüm ötesi görüşü, hayat nizamı; içtimaî grup (cemaat) ve bu gruba mensubiyet.

Bazı dinlerde bunların hepsi, bazılarında ise sadece bir kısmı bulunur.

İslâm bilginleri dinin tarifini, Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan açıklamaları ve İslâm inançlarını göz önünde bulundurarak yapmışlardır. Buna göre hak dinin tarifi şu şekildedir: Din akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren ilâhî bir kanundur.

İslâm bilginlerinin din tarifleri hak din için düşünülmüş dar kapsamlı tariflerdir. Bu tariflerde ortak noktalardan biri dinin ilâhî kaynaklı olduğunun vurgulanmasıdır. Buna göre gerçek din beşer kaynaklı olamaz. Yine bu tariflerde dinin akıl ve irade ile ilişkisi gösterilmiştir; bu da dinin bir akıl ve tercih konusu olduğu anlamını taşır. Nihayet dinin insanları özü itibariyle hayır olana yönelten bir kanun şeklinde tanımlanması dinin aynı zamanda bir aksiyon alanı olduğunu gösterir. Buna göre din, insanın kâinattaki varlıkları müşahede ederek duyular üstü ilâhî gerçekleri kavramasından ibaret görülebileceği gibi kişinin kendi çabasıyla ulaşamayıp, sadece vahiy kanalıyla elde edebildiği gerçekler bütünü olarak da tarif edilebilir.


I. DİN KELİMESİ

Posted by Adsız On 0 yorum

[ I. DİN KELİMESİ ]

Arapça kökenli bir kelime olan din sözlükte "örf ve âdet, ceza ve karşılık, mükâfat, itaat, hesap, boyun eğme, hâkimiyet ve galibiyet, saltanat ve mülkiyet, hüküm ve ferman, makbul ibadet, millet, şeriat" gibi çeşitli anlamlara gelir.

Bugün Batı dillerinde din karşılığı kullanılan religion kelimesinin aslı Latince'dir ve "bir şeyi vazife edinmek, tekrar tekrar okumak, yapmak", ayrıca "insanları Tanrı'ya bağlayan bağ" anlamlarını içermektedir. Kelimenin bu iki anlamı dikkate alındığında religion kelimesi, hem insanları Tanrı'ya bağlayan bağ (iman), hem de belli bazı davranışları dikkatle yapmak (ibadet) gibi din kavramının iki temel niteliğini ifade etmektedir.

Hinduizm'in kutsal dili Sanskritçe'de dharma, Budizm'in kutsal metinlerinin yazıldığı Pali dilinde ise dhamma din karşılığıdır ve "gerçek, doktrin, doğruluk, kanun, düstur" gibi mânalara gelmektedir.

Her dinî kültürün din kavramını ifade etmek üzere seçtiği kelimelere ait anlamların ortak noktasının "yol, inanç, âdet, kulluk" olduğu söylenebilir. Bütün bu kelimeler, kökleri insanın iç hayatında bulunan ve semereleri çeşitli davranışlarla tezahür eden köklü bir fenomeni ifade etmeyi amaçlamaktadır.

Kur'ân-ı Kerîm'de din kelimesi doksan iki yerde geçmekte, ayrıca üç âyette de değişik türevleri yer almaktadır. Kur'an'da bu kelimenin başlıca şu anlamlarda kullanıldığı görülür: "Yönetme, yönetilme, itaat, hüküm, tapınma, tevhid, İslâm, şeriat, hudud, âdet, ceza, hesap, millet".

Kur'ân-ı Kerîm'de din teriminin, sûrelerin nâzil oluş sırasına göre kazandığı değişik anlamları şu şekilde sıralamak mümkündür: İlk dönem Mekkî âyetlerde bu kelime "yevmü'd-dîn" (din günü, hesap, ceza-mükâfat günü) şeklinde geçmektedir ve insanın, iman ve ameline göre hesaba çekileceği âhiret gününü ifade etmektedir (el-Fâtiha 1/4; ez-Zâriyât 51/6).

Mekke döneminin ikinci yarısında ise artık, sorumluluk ve hesaptan tevhid ve teslimiyete geçilmektedir. Bu dönemdeki âyetlerde insanın sadece Allah'a ibadet etmesi, ona ortak koşmaması vurgulanarak dinin Allah tarafından konulan ve insanları ona ulaştıran yol olduğu belirtilmektedir. Bu dönemde "dînen kýyemen" (dosdoğru din), "millete İbrâhim" (İbrâhim'in dini) ibareleri aynı âyette yan yana geçmektedir (el-En`âm 6/161).

Medine döneminde millet-i İbrâhim ve müslimîn kelimeleri bir arada geçmekte (el-Hac 22/78), tevhidden ümmete, kendisini Allah'a teslim edenler cemaatine geçilmektedir. "Dînü'l-hak" ifadesiyle muharref ve bâtıl dinlere karşı bu yeni dinin sağlam esasları belirtilmiş ve onun bütün dinlere üstün kılınacağı müjdelenmiştir (et-Tevbe 9/29, 33; el-Fetih 48/28; es-Saf 61/9). Yine Medine döneminde "Allah katında din şüphesiz İslâm'dır" (Âl-i İmrân 3/19; el-Bakara 2/193); "Kim İslâm'dan başka bir dine yönelirse, onun dini kabul edilmeyecektir, o âhirette de kaybedenlerdendir" (Âl-i İmrân 3/85) meâlindeki âyetlerle İslâm'ın diğer dinlere karşı üstünlüğü vurgulanmıştır.

Mekke döneminde din kavramı: "Tarihin akışına ve tabiatın gidişine yön veren, zamana ve âleme hükmeden, dini ortaya koyan, hesap gününü elin-de tutan Allah'ın otoritesi" şeklinde özetlenebilecek bir muhteva kazanırken Medine döneminde bu muhteva genişletilerek "Kişinin Allah'a bağlı bir hayat sürdürmesi, müslüman topluluğuna karşı görevlerini yerine getirmesi; Allah'ın mutlak tasarruf ve hâkimiyete sahip olması" (el-Bakara 2/193; el-Enfal 8/39) gibi unsurlar da dinin muhtevasına katılmıştır.

Kur'ân-ı Kerîm'de din kelimesi sadece müslümanların değil, başkalarının inançlarını da ifade etmek üzere kullanılmış olmakla birlikte, özel anlamda din kelimesiyle İslâm kastedilmiş (Âl-i İmrân 3/99); İslâm'la din âdeta eş anlamlı iki kelime telakki edilmiş ve bütün peygamberlerin getirdiği dinin İslâm olduğu ifade edilmiştir (Âl-i İmrân 3/85; en-Nisâ 4/125; el-Mâide 5/3; eş-Şûrâ 42/13).

Öte yandan Kur'an'da din kelimesi hem ulûhiyyeti hem ubûdiyyeti yani Tanrı ve kul açısından iki farklı anlamı ifade etmektedir. Buna göre din, hâlik ve mâbud olan Allah'a nisbetle "hâkim olma, itaat altına alma, hesaba çekme, ceza-mükâfat verme"; mahlûk ve âbid olan kula nisbetle "boyun eğme, aczini anlama, teslim olma, ibadet etme"dir. Netice itibariyle de din, bu iki taraf arasındaki münasebeti düzenleyen kanun, nizam ve yolun genel adıdır.


Din ve Mahiyeti

Posted by Adsız On 0 yorum

Din insanın Tanrı, diğer insan ve varlıklarla münasebetlerini düzenleyen ve hayatına yön veren, onlarla ilgili davranışlarına esas olacak kurallar bütününe verilen addır. İnsanla beraber var olan, tarihin bütün devirlerinde ve bütün topluluklarında karşılaşılan din olgusu, çeşitli şekillerde kendini göstermektedir. Bütün bu çeşitliliği kuşatacak bir tanım zor olmakla birlikte bu müesseseye verilen isimlerden yola çıkarak dinin mahiyeti hakkında bilgi sahibi olunabilir.


İLMİHAL I İMAN VE İBADETLER

Posted by Adsız On 0 yorum

[ Önsöz ]

Kısaca "davranış bilgisi" demek olan ilmihal, Rabbine, kendine ve içinde yaşadığı toplum ve çevreye karşı sorumlulukları olan ve bunu yerine getirme gücüne sahip bulunan insanın, kendisinden beklenenleri yerine getirmesinde ona kılavuzluk etmeyi hedefleyen derli toplu bilgilerden ibarettir. Bu bilgiler hem dinî metinlerin doğrudan belirlemelerini hem de bu belirlemeler etrafında oluşan yorumları, tecrübe birikimlerini ve uzun dönemlerden süzülüp gelen bir dinî yaşayış geleneğini temsil eder.

Ferdî ve sosyal hayatı dinin emir ve önerilerine uygun şekilde yaşayabilmeyi mümkün kılan bir bilgilenmeye olan ihtiyaç, İslâm toplumlarında ilk dönemlerden itibaren değişik usullerde karşılanmış, fakat hem çalışma hayatının ve meşguliyetlerin arttığı hem de asırlardır oluşan dinî bilgi ve yorum mirasının iyice zenginleşip çoğaldığı ve âdeta bir kargaşanın yaşandığı günümüzde bu ihtiyaç daha mübrem hale gelmiştir.

Elinizdeki bu ilmihalde akaid, ibadetler, haramlar ve helâller, aile hayatı, ticarî ve sosyal hayat da dahil olmak üzere günlük hayatı kuşatan bütün dinî ve fıkhî konu ve problemler, dinin aslî kaynaklarına ve genel kabul görmüş bilimsel metotlara bağlı kalınarak, fakat günümüzdeki gelişme ve değişim de göz ardı edilmeksizin ele alınmıştır. Böylece bu çalışmada, ilmihal kültürü çerçevesindeki problemleri güncelleştirmek ve günceli de problem edinmek, dinî-fıkhî hükümlerin anlatımında klasik doktrindeki farklı görüşlerin ve şeklî tartışmaların arasına sıkışıp kalmadan fakihlerin yaklaşım tarzlarını ve demek istediklerini araştırmak, hem geleneksel fıkıh kültürünü vermek hem de bu bağlamda mâkul ve uygulanabilir bir çözüm önerisi getirmek amaçlanmıştır. Konuların anlatımında dinin aslî kaynaklarında yer alan hükümler ile İslâm toplumunda bu hükümler etrafında oluşan fıkıh kültür ve geleneğini, yorumları ve farklı bakış açılarını birbirinden titizlikle ayırt etmek de bu çalışmada izlenen temel bir metot olmuştur.

Eserin telifinde Hanefî mezhebinin görüşleri esas alınmış olmakla birlikte bu konuda sağlıklı bir muhakeme yapabilmeye zemin hazırlaması için çoğu zaman diğer fıkıh mezheplerinin ve çağımız İslâm bilginlerinin görüşlerine de yer verilmiş, gerektiğinde bunlar arasında gerekçesi de açıklanarak tercihlerde bulunulmuştur. Bununla birlikte bir konuda fıkıh kültüründe farklı görüşlerin bulunmasının birey açısından ne anlama geldiği ve bunlardan nasıl ve hangi ölçülerde yararlanılabileceği hususu hem başlangıçta bir metodoloji sorunu olarak işlenmiş hem de yer yer özel olarak belirtilmiştir.

Özellikle ibadet konuları incelenirken, ilk önce, ibadetin anlam ve gayesini genel olarak bildirmek üzere söz konusu ibadetin ilke ve amaçlarından bahsedilmiş, daha sonra verilecek birtakım şeklî bilgilerin hangi anlam çerçevesi içerisinde yer aldığı gösterilmeye çalışılmıştır. Ayrıca, ibadetlerin yapılışına ilişkin mevcut bilgi ve hükümlerin anlamına da yer yer işaret edilmiştir. İbadet konularında verilen ilke ve amaçlar ile çizilen anlam çerçevesi, diğer birçok ilmihalde yer alan ve mükellefi düşünme, kavrama ve bilinçli ifada bulunma konumundan uzaklaştıran gereksiz ayrıntı ve bilgi yığınını tekrar etmemize gerek bırakmamıştır. Yazım konusunda izlenen bu metot, netice itibariyle bireyin, ibadetlerin ifasına ilişkin soru ve sorunlar konusunda Allah karşısında sorumluluk üstlenmesini ve bu sorumluluk çerçevesinde inisiyatif kullanmasını mümkün ve gerekli kılmaktadır.

Eserin telifinde fıkıh kültüründeki ağırlıklı görüşlerin yanı sıra, büyük bir ilmî mesai ile hazırlanan Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi'nden, yine araştırma ürünü bilimsel bir eser olan İslâm'da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi'nden, merhum Ömer Nasuhi Bilmen'in Büyük İslâm İlmihali'nden ve kaynak belirtilmemekle birlikte genel fıkıh literatüründen âzami ölçüde yararlanılmıştır.

Birinci ciltte, din ve İslâm dini, İslâm dininin tarihî süreçteki anlaşılma tarzı ve ekolleşmeler, fıkıh ilminin gelişim seyri, ilmihal kültürünün iyi kavranabilmesi için anahtar konumundaki temel fıkıh ve fıkıh usulü kavramları üzerinde durulduktan sonra İslâm'ın beş esası işlenmiştir. I. cilt müslümanın yaratan karşısındaki konum ve sorumluluğunun işlenmesine tahsis edilmiştir. II. ciltte ise, sosyal içerikli bazı ibadetler, helâller ve haramlar, aile hayatı, sosyal ve siyasal hayat, hukukî ve ticarî hayat, ferdî ve toplumsal ahlâk da dahil müslümanın toplum içindeki konumu ve ilişkileri ele alınmıştır.

Konuların çatısı, telif heyetinde yer alan sahasının uzmanı ilim adamlarınca oluşturulmuştur. Heyetimiz, bu tür çalışmaların kolektif bir çalışma sonucu daha verimli hale geleceğinin idraki içinde ortak mesai ile her bir konuyu aralarında tartışarak bazı tercih ve çözüm önerileri geliştirmiş ve eserin nihaî ilmî sorumluluğunu yazarlarla birlikte üstlenmiştir. Bu itibarla eserin hazırlanmasında bilimsel katkılarda bulunan ilim adamlarına, bu projenin gerçekleşmesini aktif olarak destekleyen İSAM ve DİVANTAŞ yetkililerine ve personeline teşekkür ederiz.

12.09.l998

Bağlarbaşı-İstanbul

Prof. Dr. Hayreddin Karaman

Prof. Dr. Ali Bardakoğlu

Prof. Dr. H. Yunus Apaydın




Sayfa:1/91


Bir Yudum Hikaye Yazı

Posted by Adsız On 13.06.2010 1 yorum

AYRILIK

Posted by Adsız On 0 yorum

AYRILIK
Tam göğsünüzün ortasında bir yeriniz acıyacak..
Evinizin sizi içine sığdıramayacak kadar dar olduğunu fark edeceksiniz..
Sokağa fırlayacaksınız, sokaklarda dar gelecek..
Tıpkı vücudunuzun yüreğinize dar geldiği gibi..
Ne denizin mavisi açacak içinizi, ne pırıl pırıl gök yüzü..
Kendinizi taşıyamayacak kadar çok büyüyecek, bir yandan da kaybolacak kadar küçüleceksiniz..
Birileri size bir şeyler anlatacak durmadan..
"Önemli olan sağlık.''
''Yaşamak güzel.''
''Boş ver her şey unutulur.''
Siz hiçbirini duymayacaksınız..
Göz yaşlarınızdan etrafı göremez hale geleceksiniz..
O'ndan ölmesini isteyecek kadar çok nefret edecek, az sonra kollarında ölmek isteyecek kadar çok seveceksiniz..
Hep ondan bahsetmek isteyeceksiniz..
''Ölüme çare bulundu'' ya da ''Yarın kıyamet kopacakmış'' deseler başınızı kaldırıp ''Ne dedin?'' diye sormayacaksınız..
Yalnız kalmak isteyeceksiniz..
Hem de kalabalıkların arasında kaybolmak..
İkisi de yetmeyecek. Geçmişi düşüneceksiniz..
Neredeyse dakika dakika, ama kötüleri atlayarak!
Onunla geçtiğiniz yerlerden geçmek isteyeceksiniz, gittiğiniz yerlere gitmek..
Bu size hiç iyi gelmeyecek ama bile bile yapacaksınız..
Biri size içinizdeki acıyı söküp atabileceğini söylese, kaçacaksınız..
Aslında kurtulmak istediğiniz halde, o acıyı yaşamak için direneceksiniz..
Hayatınızın geri kalanını onu düşünerek geçirmek isteyeceksiniz...
Aksini iddia edenlerden nefret edeceksiniz..
Herkesi ona benzetip kimseyi onun yerine koyamayacaksınız..
Hiçbir şey oyalayamayacak sizi, ilaçlara sığınacaksınız..
Bir kaç saat kafanızı bulandıran ama asla onu unutturmayan..
Sadece bir müddet buzlu camın arkasından seyrettiren..
Bütün şarkılar sizin için yazılmış gibi gelecek..
Boğazınız düğümlenecek, dinleyemeyeceksiniz..
Uyumak zor, uyanmak kolay olacak, sabahı iple çekeceksiniz..
Bazen de '' Hiç güneş doğmasa'' diyeceksiniz..
Ne geceler rahatlatacak sizi, ne gündüzler..
Ölmeyi isteyip , ölemeyeceksiniz..
Belki çivi çiviyi söker diye can havliyle önünüze çıkana sarılmak isteyeceksiniz, nafile..
Düşüncesi bile tahammül edilmez gelecek..
Rüyalar göreceksiniz, gerçek olmasını istediğiniz..
Her sıçrayarak uyandığınızda onun adını söylediğinizi fark edeceksiniz..
Telefonun çalmasını bekleyeceksiniz..
Aramayacağını bile bile..
Her çaldığında yüreğiniz ağzınıza gelecek..
Ağlamaklı konuşacaksınız arayanlarla..
Yüreğiniz burkulacak..
Canınız yanacak..
Bir daha sevmemeye yemin edeceksiniz..
Hayata dair hiçbir şey yapmak gelmeyecek içinizden..
Onun sesini bir kez daha duymak için yanıp tutuşacaksınız..
Defalarca aradığı günlerin kıymetini bilmediğiniz için kendinizden nefret edeceksiniz..
Yaşadığınız şehri terk etmek isteyeceksiniz..
Onunla hiç bir anınızın olmadığı bir yerlere yerleşmek..
Ama bir umut..Onunla bir gün bir yerde karşılaşma umudu..
Bu umut sizi gitmekten alıkoyacak..
Gel gitler içinde yaşayacaksınız..
Buna yaşamak denirse...

PAKİZE SUDA


ÜSTAD NFK

Posted by Adsız On 0 yorum

ÜSTAD NFK
Mahkemede hakim, Necip Fazıl'a:
- Bak, der. Seni bundan böyle bir daha huzurumda görmeyeceğim, öyle değil mi?
Necip Fazıl sorar:
- Hakim Bey, yoksa istifa mı ediyorsunuz?
*
Yine bir gün Üstad'a sormuşlar:
-Üstad özel arabanız yok mu?
Üstad düşünmeden cevap verir:
-Ona en son bineceğiz.
*
Üstada bir konferans sırasında bir genç sorar:
-Osmanlı emperyalist değil miydi?
Cevap dikkate şayandır:
-Evladım eğer Osmanlı emperyalist olsaydı şu anda bu soruyu fransızca değil türkçe sorardın.
*
Necip Fazıl bir konferansında isim vermeden gazetelerin tenkidini yapiyormuş. Fakat o şekilde açık konuşuyormuş ki, bu işlerle çok az ilgili olan dahi hangi gazeteden söz edildiğini anlarmış Dinleyenlerden biri hatibin sözünü keserek:
Hangi gazeteden bahsediyorsunuz?
Necip Fazıl sorar:
Siz ne iş yapıyorsunuz?
Keresteciyim.
Belli,otur!
*
Necip Fazıl Kısakürek in 1954 lü yıllarda çıkardığı Büyük Doğu mecmuasının bir sayısının kapağında, Osmanlı arması işlemeli sanat eseri bir kumaş resmini yayınlayınca, "padişahlık propagandası yapmak " gibi saçma bir gerekçe ile derginin o sayısının toplatılmış ve kendisi de suçlanarak mahkemeye sevkedilmişti
Necip Fazıl'ın mahkemede kendisini suçlayan savcıya gayet ibretli bir şekilde:
İçinde adalet işlerine bakılan bu binanın tepesinde aynı Osmanlı arması var Siz de mi padişahlık propagandası yapıyorsunuz?" diye cevap vermişti
*
Necip Fazıl vapurla Karaköy'e geçerken, yanına biri yaklaşıp:
"Üstad", diye sormuş "Peygamberlere ne diye gerek duyuldu, biz kendimiz yolumuzu bulabilirdik."
N. Fazıl, okuduğu kitaptan başını kaldırmadan:
"Ne diye vapura bindin ki, yüzerek geçsene karşıya" cevabını vermiş.
*
Nazım Hikmet ve Necip Fazıl Ramazan ayında arabayla gidiyorlarmış.
Tabi Necip Fazıl oruç ama Nazım Hikmet değil.
Nazım Hikmet Necip Fazıl ile dalga geçmek için yolun kenarındaki zayıf bir ineği işaret ederek Necip Fazıl'a demiş ki:
-'Şunun haline bak, oruç tutmaktan ne hale gelmiş' demiş.
Tabi Necip üstad altta kalır mı hemen cevabı yapıştırmış:
-'Aaa Nazım sen bilmiyor musun hayvanlar oruç tutmaz...
*Üstad Yenilgi ve mağlubiyeti kabul etmezdi. Bir gün bir tren istasyonunda onun sinirli sinirli gezdiğini gören bir hayranı (bazı rivayetlere göre onu sevmeyen biri) sorar:
- Ne oldu Üstad, treni mi kaçırdınız?
Üstad böyle bir ithamı kabul eder mi? Treni kaçırmak bir eksiklik, bir yenilgidir.
- Kovdum gitti, der.
*
Üstadın müdafaaları basit birer savunma değildir. Hakimleri diliyle ve zekasıyla etkilemek üstad için zor değildi. Sanatsal savunmaların etkisinde kalan hakim değiştirilirmiş. Bir seferinde yine hakim değişmiş ve yeni hakim üstadın savunmasını duyunca "artistlik yapma, adam gibi konuş" demiş. Tabi üstadın altta kalması beklenemez.
"Hakim bey biz tutukluyken öyle muamele ediyorlarki bizde adamlık bırakmıyorlar, o sebeple karşınıza çıktığımız vakit rol yapmak zorunda kalıyoruz"
*
Bir yaz günü... Sofra kurulmuş, yemek yenilecek... Her şey hazır... Merhum Üstad Necip Fazıl Kısakürek, masanın üzerindeki içi su dolu "viski şişesi"ni görünce sorar:
"Bu ne?"
Cevap verir, oğlu;
"Baba; soğuk su için.... Buzdolabına ancak bu şişeleri koyabiliyoruz da!..."
İtiraz eder üstad:
"Olmaz!.."
İzaha çalışır oğlu...
"Baba inan ki çok iyi temizledik, bol sabun ve kaynar sularla yıkadık."
Üstad yine "olmaz" der ve şu ibretli sözler dökülür ağzından:
" O halde oğlum; yarın lazımlık satan bir dükkana gideceksin ve oradan el değmemiş bir lazımlık alacak, çorbanı da bu lazımlıkla içeceksin!
İçebilir misin?... Elbette içebilirsin... Hiçbir mahzuru da yok...
Amma velakin; mantığın kabul etse de, ruhun kusar bu çorbayı!"
*
Bir edebiyat toplantısı sırasında Nazım sahnede şiir okur ve akabinde oturan topluluk içinde bulunan Üstad'ı sahneye davet eder. Üstad sahneye çıkar.Üstad'a şöyle bir teklifte bulunur;
-Birtane ben kendi şiirimden okuyayım, bir tane de sen kendi şiirinden oku.
Üstad kendi şiirini okumayı pek doğru bulmadığını söyler ve şöyle der;
-Ben senin şiirinden bir tane okuyayım sen de benimkilerden bi tane oku
Nazım bu teklifi kabul eder ve başlar Üstad'ın 'Ölünün Odası' şiirini okumaya. Şiir biter salonda bir alkış patlar. Sıra Üstad'a gelmiştir. Üstad da nazımın sonu 'in-çık, çık-in" şeklinde biten bi şiirini düz bir şekilde okur. Üstad şiiri bitirir. Salonda derin sessizlik.
Üstad nükteyi patlatır, noktayı koyar;
-Bak nazım! Benim gibi adam senin şiirini okuyor yine de bişey olmuyor.
*
Üstad Necip Fazıl Kısakürek bir gün konferans verirken salonda bulunanlardan birisi kürsüye salatalık fırlatır. Salatalığı eline alan Necip Fazıl salondakilere dönerek:
"- Birisi kimliğini göndermiş, kiminse gelsin alsın" der.
*
Ünlü şair bir dava dolayısıyla yattığı Malatya'da muhteşem savunmalar ypıyormuş. Aynı davada yargılanan bir başka yazar bunu kıskanıp şöyle diyecek olmuş: 'Bugün mahkemede bir sükut ettim, hakimler heyeti dondu kaldı.' Necip Fazıl'a aktarmışlar. 'Tüh!' demiş. 'Keşke sükutunu plağa alsaydık, sonra dinlerdik.'
*
Necip Fazıl şeriatçı olduğu iddiasıyla tutuklanır.Çıkarıldığı mahkemede suçsuz olduğunu söyleyip tahliyesini ister.Kendisine reva görülen haksızlık ve zulümleri öyle canlı bir üslup ile tasvir eder ki,mahkeme heyetindeki kadın hakimin gözlerinden yaşlar süzülmeye başlar.Bunun üzerine şairler sultanı,hanım hakimi salondakilere göstererek konuşmasına devam eder."İşte ,şeriatın bir sırrı daha tecelli etti:Kadından ceza hakimi olmaz.."
*
Bir gün Necip Fazıl, bir üniversitede konferansa katılmış...
Çıkıp herzamanki gibi Din ve Allah kavramı hakkında konuşmuş...
Konuşması bittikten sonra, onunla karşıt görüşlü olan bir Prefesör, Necip Fazıl'a:
'Siz önceden çıkıp farklı şeyler söylerdiniz, şimdi ise o sözlerinize çelişen şeyler söylüyorsunuz. Yazdığınız şiirler hala ezberimdedir.. Bu ne demek oluyor? '
Necip Fazıl'ın cevabı meleklere parmak ısırtacak bir cevap olur:
- 'Benim geçmişim bir çöplüktür ve çöplükleri sadece kediler ve köpekler kurcalar.'
*
Bir konferansından sonra bazı gençler "Sakarya Türküsü"nün büyük şairi Necip Fazıl'ın etrafında toplanırlar. İçlerinden biri,
"Anlattığınız fikir hayatı içinde sizi de görmek istiyoruz" deyince üstat şu cevabı verir:
" Ben, özlenen İslam çiçeğinin sadece gübresiyim."
*
Necip Fazıl'ın da içinde bulunduğu uçak, Yeşilköy Havaalanından kalktıktan kısa bir zaman sonra arızalanır ve geri döner. Havaalanındakiler merakla, "Ne oldu, nasıl oldu?" diye sorarlar. mübareğin cevabı hem teslimiyetçi hem de hikmetli: "Ahirete kabul etmediler, geri döndük."


ÜÇE ON KALA

Posted by Adsız On 0 yorum

ÜÇE ON KALA

Geldim, geldim!' diye haykırdı, merdivenleri koşar adım inerken. Kapıdakinin acelesi olmalıydı. Tokmağa bir dokunmuş, bir daha bırakmamıştı, art arda çalıp duruyordu. Hasibe Anne kızgınlıkla karışık bir telâşla kapıyı açtığında gözlerine inanamadı.
-Cemil!
Oğlunun ismi, bir hayret nidası gibi dökülmüştü dudaklarından. Onu altı ay önce Sibirya'ya göndermiş, bu kadar çabuk döneceğini tahmin etmemişti. Onca yıl okulunu bitirmesini beklemiş, tam artık ayrılık bitti derken, 'Gitmeliyim!' demişti, Cemil. 'Gitmeliyim anne, bir insanlık davasına ben ömrümü vermeliyim, sen de evlâdını vermelisin, bizden evvelkilerin ömürlerini, servetlerini, oğullarını verdikleri gibi.'

Anadolu kadını... Onu dinledikçe hak vermiş: 'Git oğlum.' demişti. Bilecik istasyonunda oğlunu cepheye uğurlayan ana gibi; 'Git.' demişti; o da Sibirya'nın buz iklimine Anadolu'dan sıcak bir esinti olarak gitmişti.
Gideceği günün akşamında annesi oğlunun başını dizine koymuş okşamıştı, çocukluğunda olduğu gibi. Sonra çeyiz sandığını açmış, içinden köstekli bir saat çıkarmış ve, 'Al oğlum, bu babanın yadigârıdır, ona da babasından kalmış. Bu aile yadigârına baktıkça anacığını hatırlar, babana da dua edersin.' demişti.
Annesinin ellerini öpüp yüzüne sürdü: 'Seni hiç unutur muyum anne!'

Sonra ayağa kalktı, çantasından bir çalar saat çıkardı: 'Madem öyle, ben de sana kendi saatimi bırakayım. Bu herhangi bir saat değil ha! Kalbimin nabızlarıyla beraber atar. Bu halkalar da benim eserim.’
Cemil, saate üç tane döner halka takmıştı. Bu halkalardan saatin merkezine birer ok uzanıyordu. Birinci halkada 'sabah', ikinci halkada 'kuşluk' üçüncüsünde ise; yalnızca 'T' yazılıydı. Mevsimine göre bu halkalar bir saatin üzerinde sabit duruyordu.

Yeni bir anlayışla hayata gözlerini açtığı günden beri sabahleyin uyanınca, saati kuşluk halkasına kurar, gece yatınca da "T" halkasının üzerine getirirdi. Bunu annesine anlattıktan sonra: 'Sen de aynısını yapar, bana dua edersin.' demişti. Ve daha neler neler konuşmuşlardı. Sabahleyin namaz vaktinde annesi onu uyandırmış ve uğurlamıştı. Bir gidişi vardı ki, fecir vakti sanki karanlığın üzerine sefere çıkmış bir ışık süvarisi idi. Güneşi henüz uyanmamış yerlerin, güneşini dürtmeğe gidiyordu sanki. Tam da bu gidişin dönüşü tez olmaz diye düşünürken, şimdi oğlu karşısındaydı. Her ananın yaptığı gibi açabildiği kadar kollarını açtı ve oğlunun boynuna sarıldı. O an bir karanlığa açıldı gözleri. 'Yavrum' dedi, ağır ağır doğruldu yatağından. Saat "T" halkasının gösterdiği zamana geliyordu. ‘Bu gece sahibin beni uyandırdı, sana ihtiyaç kalmadı.’ diyerek saatin düğmesini kapattı. Abdest alıp seccadesini serdiğinde gözü bir kere daha saate takıldı. Akreple yelkovan yerlerinde duruyordu. Saat üçe on kalayı gösteriyordu. Saati eline alıp baktı. Hayret, Cemil'in saati durmuştu. Anlatılmaz duygularla: 'Yavrum' dedi, 'Nereden bildin saatin durduğunu da gelip anacığını uyandırdın.'
Huşu içinde namaza durdu. Ayrı bir hal kapladı içini bu gece. Sabaha kadar dua dua yalvardı.
....
Birkaç gün sonra, ürkek dokunuşlarla kapısı çalınmaya başladı. Eski evin merdivenlerini gıcırdata gıcırdata inip kapıyı açtı. Nur yüzlü iki genç duruyordu. Uzun boylu olanı ancak duyulacak bir sesle: 'Hasibe Anne siz misiniz?'dedi.
'Evet!'
'İçeriye girebilir miyiz Hasibe Anne? Biz Cemil’in arkadaşlarıyız.' dediler.
Hasibe Annenin gözleri parladı, sevinçli bir telâşla: 'Tabii, tabii! Buyurun evlâdım!' dedi. Ardından heyecanla:
-Cemil, Cemil de geldi mi? O nerede?
-O gelmedi Hasibe Anne...
-Ama bu elinizdeki onun çantası...
İkisinin de bakışları yere indi. Bu ne çetin bir şeydi Allah'ım. İlk konuşan kendisini zar zor toparladı:
-Hasibe Anne, bu çanta onun, ama...
Devamını getiremedi, kelimeler yaş olup indi gözlerinden. Anlamıştı Hasibe Anne, bir anneden daha iyi kim bilebilirdi ki gözyaşı lugâtini. Olduğu yere yıkıldı. Ağlayışlar kim bilir ne kadar sürdü, sonra, 'İnna lillah ve inna ileyhi raciun / Allah'tan geldik, O'na döneceğiz.' dedi.Tevekkül, teslimiyet; çizgi çizgi bir sükunet şekillendirdi yüzünde:
'Nasıl oldu?' diye sordu.
'Biraz hastaydı, doktora götürdük. Durumu iyiye gidiyordu, o akşam da çok iyiydi. Hattâ talebeleri ziyaretine gelmişlerdi. Onlar gittikten sonra yordum galiba kendimi diyerek odasına çekildi, bir daha da uyanamadı.'
- Pekiyi ya naaşı...
Yine bir gözyaşı nöbetine tutuldu Hasibe Anne, devamını getiremedi.
Uzun boylu olan kendisine bazı kâğıtlar uzatarak:
- Sabahleyin naaşının yanında bunları bulduk. Sanki vefat edeceğini anlamıştı. Israrla, hemen ertesi gün öldüğü topraklara gömülme isteğini yazmış bu sayfalara. Biz de oğlunuzun bu kadar ısrarlı son isteğini kırmayacağınıza inanarak onu okulumuzun bahçesine defnettik, çok sevdiği talebelerinin seslerini duyabileceği bir yere...
Sonra cebinden köstekli bir saat ile bir zarf çıkarıp Hasibe Anneye uzattı:
- Bunları da size bırakmış Hasibe Anne, bu oğlunuzun saati, bu da size yazdığı son mektup.

Hasibe Anne, saati avucuna alacak şekilde zincirini koluna doladı, ardından titrek ellerle mektubu aldı, dudaklarına götürüp öptü ve uzun uzun ağladı. Her şeye rağmen nezaketini muhafaza ederek: 'Müsaade eder misiniz evlâtlarım?' diyerek kalktı. Oğluyla son defa konuştukları sedir üzerine oturdu. Oğlunun başı dizinde, gitmeden önce söylediği sözler bir kere daha yankılandı kulaklarında. ‘Artık bundan böyle sana dua etmek, bana da bir küheylan gibi çatlayıncaya kadar koşturmak düşer. Ve belki de bir gün cennette zümrütten sedirlerde otururuz anne! Ben yine başımı böyle dayarım dizine, sen de bir yandan saçlarımı okşar, bir yandan da bana ninni söylersin. Bir ana için evlâdının başını dizlerinde okşamak ve bir evlât için anasının içli ninnisini, zamansız bir mekânda sonsuza kadar dinlemek, ne muhteşem...’ Zar zor açtı mektubu:

'Anacığım!' diye başlamıştı Cemil. “Ömrüm bitmeden bu mektubu tamamlayıp tamamlayamayacağımı bilemiyorum. Bu mektubun ikimizin sırrı olarak kalmasını istiyorum. Buralar ne soğukmuş meğer anne, iliklerim dondu. Üşüyorum anneciğim, çok üşüyorum. Bu mektubu hasta, yatağımda yazıyorum. Akşam talebelerim beni ziyarete geldi. Şifa bulmak için onlara dua ettirdim. Bir dua edişleri vardı ki anne, görmeliydin... Bin tane canım olsaydı ve bin tanesi de bu soğukta buz kesseydi, yine de gelirdim buralara anne. Bu akşam seni çok aradım. Burada olsaydın, nane limon kaynatır beni terletirdin. Şu an burada olamayışına artık yanmıyorum. Çünkü anne, bir ara dalmıştım ki, birden odamın kapısı açıldı. İçeriye nurdan bir abide girdi. Görür görmez ayağa fırlamak istedim; ama kalkamadım, takatim yoktu. 'Üşüdün mü Cemil'im, çok mu üşüdün?' dedi. Bana ‘Cemil'im dedi anne! ‘Cemil'im dedi! Çıkarıp hırkasını giydirdi. Dahası ‘gel’ dedi, artık ebediyen üşümeyeceksin. Kalkmaya çalışırken yatağımdan fırlamışım. Davetine uyup gideceğim anne. Gitmeden belki sana da uğrarım. Benim için üzülme, ben de senin için üzülmeyeceğim. Beni uğurlarken, ‘Allah'a emanet ol.’ demiştin ya şimdi ben de seni O'na ve Habibine emanet ediyorum. Bana bir Fatiha oku ve Allah'a emanet ol anne...”
Oğlun Cemil

Mektup düştü ellerinden Hasibe Annenin. Dudakları gayri ihtiyari kımıldadı. Şimdi Fatiha okuyordu Cemil'e, sanki kulağına ninni fısıldıyordu. Ellerini yüzüne sürerken gözleri Cemil'e verdiği ata yadigârı saate takıldı. Saat üçe on kalanın üzerinde durmuştu.

Sacid Arvasi (Sızıntı Dergisinin 2004 yılı Nisan sayısından alınmıştır)


RUHUM EFENDİM

Posted by Adsız On 0 yorum

RUHUM EFENDİM

Nice âşıklar gördüm, nicedir görürlermiş seni
Sâdık vezirlerinle dolaşırmışsın ümmetini
Yaralıları ziyarete gelirmişsin Efendim...
Nerdesin, öldürücü yokuşlarda kaldım; ben yetim.

Ruhânî değilim, nasıl varam huzûr-u yakîne?
Kader geçit verir mi acep ol Ravza-i Pâkine?
Ne kadar isterdim, şöyle sancılı bir 'off..' diyeyim;
Ya sen gelesin imdada, ya da ben göçüp gideyim.

'Hû..' söyler her nefesim; sen ki damarlarımda kansın
Ciğerlerim kebab olmuş ne gâm!. varsın dünyam yansın!
Bir başka cânân istemez gönlüm; bağlandım gamzene!
Vurulmuşum sevda özümden, tutulmuşum Sidre'ne...

Sesini özledim kimsesiz gecelerde; .......................
Hep ağladım için için; ..........................................
Bekledim seneler boyu eşiklerde; .........................
Başımı koydum kurbanlık için; .............................

Ağlıyorsam, sanma ki kırılmışım; kör olur gözüm
Ofluyorsam, hiç bıkmadım bekçilikten; yanar özüm
Kırılası kalem!. dilim kurur böyle sitemimden;
Bîzârım Allah'ım.. benim şikâyetim hep nefsimden.

Acı yazdım, bir yüz bularak mihnetli şefkatinden
İncinme, uykusuz gecelerime ver; Raûfsun sen.
Ne desem ki; çok seviyorum seni, çok.. sevgime ver
Himmetin olmazsa, kabul etmez beni gökler ve yer.

Âh bir sarılsaydım boynuna kucak kucak aşkımla!
Âh bir tutsaydım ellerinden; öpseydim doya doya!
Öpseydim kadem-i şerîfinden çatlak dudağımla!
Çökseydim dize ve eriseydim sohbet ocağında!..

İlk aşkım diyemem, lakin aşılmaz aşkımsın inan!
Çatlarsa bir gün kalbim; 'Ahmedim..' yazsın her damla kan!
Kesilirken veda sözüm; 'Habîbim..' desin tükensin!
Zira sen, ölmüş hissiyâtımda açan kardelensin...

Alıver ipimi eline..çek, sür beni ardın sıra!.
Koşmazsam hâinim; tek, 'Sahibim' sen olduktan sonra.
Beklerim susuz ekmeksiz, bu kapı senin kapınsa.
Buyursun Azrâil, varılacak yer senin yanınsa...

Bir Kutlu'nun seccâdesine yüz sürdüm, öyle geldim
Cennet köyünün toprağını öptüm öptüm de geldim
Şiir şiir aşkımı kabul eder misin Efendim ?
Bir kerecik olsun bana da 'Gel!' der misin Efendim?

Canım, Cânânım, Cinânım, Melceim, Mededresânım!
Lutfet elini Bîçâreye ki sensiz perişânım.
MUSA HÛB


YEMEN'İN DÖNÜŞÜ

Posted by Adsız On 0 yorum

YEMEN'İN DÖNÜŞÜ
Kasaba, seslerden, canlılıktan arınmış kabuğuna çekilmişti.
En küçük bir rüzgarla kızılın her rengine bürünmüş yapraklar dallarından savrularak, yerdeki ıslak yığınların arasına karışıyor, cansızlığın içindeki tek tük hareketler bile "fanilik" diye haykırıyordu.
Anadolu'nun her evinin bacasından duman duman yürek dolusu acılar, her yöreden ağıt ağıt Yemen türküleri yükseliyordu. "Mızıka çalındı düğün mü sandın, al bayrağı gelin mi sandın, Yemen'e gideni gelir mi sandın?"
Siyah başörtüsünün sarmaladığı yaşlı bir kadın, evinin önündeki samanlığın merdivenine oturmuş, güneşin solgun turuncu ışıklarında hem sırtını ısıtıyor hem de yün eğiriyordu.
Yemen'e gönderdiği iki yiğidini düşünüyor, gelinler, torunlar geçiyordu hayalinden.
***
Birinci Cihan Harbi yılları...
Yemen, ateşi gittikçe yükselen bir cehennem gibidir.
Kahraman Yedinci Kolordumuz, sadece asilerle, İtilaf Devletlerinin son derece donanımlı askerleriyle değil, aynı zamanda kızgın çöl, açlık, susuzluk ve çıra gibi yakan karasu humması ile savaşmaktadır.
Askerler, sapır sapır dökülüyor, çölde toplu mezarlar açılıyor, birçok Mehmetçik ıssız çölde aynı mezarı paylaşıyordu.
Ana kucağından, baba ocağından, sevdiklerinden uzak, kızgın çöllerde can vermekti onların kaderi ama öncesi de vardı, ölümden acısı ölüme götüren yoldaydı...
Çölün kendine has maceraları vardı.
Bazen, kıyameti andıran çöl fırtınaları, bazen insanı kuşatan bir sessizlik...
Bazen, güneşin aleviyle tutuşan kızgın bir fırın.
Hele mataralarda suların tükendiği dakikalarda, diller, ağızlarda bir alev topu gibi değdiği her yeri yakar.
Bazen de ansızın kumdan çıkıveren zehirli bir haşerat ve yerde kıvranarak can veren bir Mehmetçik...
Velhasıl çöl sinsidir, ölüm her an pusudadır.
Çöl bitince bu defa da sarp yokuşlar, uçurumlar başlar.
Çöllerde, sarp yokuşlarda, insanların değil atların bile çilesine can dayanmaz.
İngilizlerin kışkırttıkları asilerin bastıkları, köylerden kasabalardan, şehirlerden yükselen feryatlara koşar, Mehmetçikler.
O gencecik yiğit delikanlıların esmer yüzleri uzamış, avurtları çökmüş, çeneleri sivrilmiş, gözleri çukurlara kaçmış, bakışları ölgünleşmiştir.
İşgal edilen şehirlerdeki, kasabalardaki sivil halkın, kadınların, çocukların çilesine ise, can dayanacak gibi değildir.
Aylardan beri kadın erkek, çoluk çocuk, fundalıklarda, vadilerde, tepelerde çığlık atan rüzgârlarda titremekte, yağmurları iliklerinde hissetmektedirler.
Kir pas içinde yoğrulan, bu zavallılar, adeta insanlıktan çıkmış, üzerlerindeki ıslak elbiseleri güneşte kurutmaktadırlar.
Ölenlerin definleri, ölümleri kadar acıklıdır, ne kefenleri vardır, ne de bir tahtaları.
Düşmana taarruz öncesi yaşananlarsa pek yürek yakıcıdır.
Herkes birbirleri ile helalleşir, köyünü, annesini, sevgilisini, yavrusunu, yavuklusunu bir kere daha anar, uzun menzilli toplar birden gürlemeye başlayınca da "Allah Allah!" nidalarıyla siperlerinden fırlar.
Mehtaplı gecelerde savaş sabaha değin sürdüğünden, askerler, gece dinlenebilmek için, bulutlu ve mehtapsız geceleri sever.
Bir fundalık, bir ağaç gövdesi bulup dinlenmek büyük nimettir.
Ne acıdır ki, Yemen'in ölüm kusan çöllerindeki bunca kahramanlık, bunca fedakarlığa rağmen, İstanbul Hükümeti'nin imzalamak zorunda kaldığı Mondros Mütarekesiyle, bütün kıt'alarda olduğu gibi Yemen'deki birliklerimiz de silahları ile İtilaf Devletleri'ne teslim edilir.
Böylece Yavuz'un Osmanlı topraklarına kattığı Yemen, 401 yıl sonra elimizden çıkar.
Üç yüz binden fazla şehidimiz, kızgın çöllerde, volkan artığı yalçın kayalıklarda kalır.
Ilgın ılgın akan kanları karışır kızgın kumlara.
Geride kalan hasta, yaralı, kör, topallar da dahil olmak üzere bütün gazilerimiz Mısırdaki esir kamplarına götürülür.
Bir milyona yakın Mehmetçiğin yavruları yetim, eşleri dul, anaları elleri böğründe kalır.
Uzun kış gecelerinde, Anadolu'nun evlerinden sevgililerin yanık sesleri yükselir;
"Gece bir ses geldi derinden derinden
Beni mi çağırdı Yemen çöllerinden."
Anadolu koca bir göz olur, ağlar.
Denebilir ki, eğer bir çöl kan ve gözyaşı ile dirilseydi, Yemen Çölü şimdiye kadar çoktan bağlık bahçelik olurdu.
M. Niyazi Özdemir'in dediği gibi, "bir milletin ölüsü bir toprağı vatan kılmaya kafi gelseydi Yemen'in vatan toprağı olduğundan kim şüphe edebilirdi."
Ne hazindir ki; şimdi o ıssız vadilerde, engin çöllerde ne mezar taşları, ne de ziyaretçileri var...
Bir çok aile cepheye gönderdikleri çocuklarından bir daha haber bile alamadı .
Geri dönenlerse sokakta oynarken bıraktığı oğlunu koskoca delikanlı, kızını gelinlik çağa gelmiş bulurdu.
Yemen'den geri gelen pek az insandan birisi de Kadınhanı kasabasından Adil'di.
Esirlerle birlikte Mısır kampına getirilmişti.
Kampta, kolunu, bacağını kaybetmiş esir gaziler olmakla birlikte en çok kör olmuş gaziler vardı. Baraka kapılarında, ağaç altlarında öylece oturup, dururlar ve gelip geçen seslere kulak kabartırlar, yemekhaneye veya tuvalete gidecekleri zaman birbirlerinin omzuna tutunarak sıra sıra yürüyüşlerine can dayanmazdı.
Bir gün, Adil, öğle namazı için mescide doğru giderken, kör bir adamın;
"Konyalı var mı? Konyalı" diye seslendiğini duyar.
Adil, yanına yaklaşarak, "Ben Konyalıyım" der.
Dikkat kesilen körün kaşları gerilir.
"Neredensin?"
"Kadınhanı"
Körün yüzü alabora olur, ağzından bir hayret çığlığı çıkar.
"Adil misin, Adil misin?"
"Sen... Hüseyin Ağabey... Sen misin?"
Ağlaşarak birbirlerine sarılırlar.
"Ne oldu gözlerine?"
"İngilizler Sina çölünde hardal gazı kullandılar, bütün taburun gözleri kör oldu, buna da şükür, dünya da seninle bir daha kavuştum ya, gözlerimiz kör olunca esir düştük o kamptan o kampa... Senin de değneğin var?!"
"Top mermisi sağ ayağımı alıp götürdü."
Kader, köylerinden ayrılalı on yıl olan bu iki kardeşi esir kampında kavuşturmuştu.
İki kardeşin bir birine dayanarak yürüyüşleri, herkesin rikkatine dokunur. Adil, ağabeyinin çamaşırlarını yıkar, ihtiyaçlarını görür.
Uzun esaret günlerinde üçte ikisi işkenceden, açlıktan, hastalıktan telef olsa da sağ kalabilenler esir değişimiyle serbest bırakılır.
Adil, ağabeyi Hüseyin'le birlikte vapurla İzmir'e gelir.
O günlerde İzmir işgal altındadır. Anadolu topraklarına, Yunan askerlerine esirlik belgelerini göstererek ayak basarlar.
Hüseyin, Adil'in kolunu hiç bırakmaz.
Kadınhanı'ndan geçecek trene binerler.
Vagonlar ana baba günüdür. Kompartımanlar, koridorlar, tuvalet önleri esaretten dönen, kolunu, bacağını, gözünü kaybetmiş perişan sefil askerlerle doludur.
Kadınhanı'nda inerler.
Beraber geçirdikleri çocukluk günleri, buğday anızlarında, hayvanların peşinde şen şakrak koştukları güzel günler gözlerinin önündedir.
Ellerinde hiçbir eşyaları yoktur. Kasabanın sokaklarını geçerken hiç kimse tanımaz onları. Herkes bir acıma hissiyle seyreder, sadece.
Evlerinin önüne geldiklerinde; Adil, samanlığın merdivenlerine oturmakta olan anasını, görür.
Siyah başörtüsünün sarmaladığı yüzünün çizgileri derinleşmiş, yanakları çökmüştür.
İyice solmuş, renk atmış olsa da anasının üzerindeki elbiseyi tanır, Adil.
Anası, başını çevirince, gördüğü şey, pis partallar içinde biri kör, diğeri değneğinin yardımıyla yürüyebilen topal iki adamın, kendine doğru geldiğidir...
"Ev sahibi burada değil" diye seslenir.
Kıtlık yılları olduğundan, köyler kasabalar dilenci doludur.
Hüseyin, anasının sesini tanır.
Analarının sesini hiç duymamış gibi, yürürler.
"Ne arsız adamlarsınız, ev sahibi yok, diyorum başka kapıya gidin, " diyerek başını eğirdiği ipe indirir.
Hüseyin kendini tutamaz, kör gözlerinden iri yaşalar fırlarken, sesi, kasabanın sessizliğinde bir feryat gibi yankılanır;
"Ana biz dilenci değiliz, senin oğullarınız..."
HARUN TOKAK


IHLAMURLAR ÇİÇEK AÇTIĞI ZAMAN

Posted by Adsız On 0 yorum

IHLAMURLAR ÇİÇEK AÇTIĞI ZAMAN

Dilimde sabah keyfiyle yeni bir umut türküsü
Kar yağmış dağlara, bozulmamış ütüsü
Rahvan atlar gibi ırgalanan gökyüzü
Gözlerimi kamaştırsa da geleceğim sana
Şimdilik bağlayıcı bir takvim sorma bana
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

Ay, şafağa yakın bir mum gibi erimeden
Dağlar çivilendikleri yerde çürümeden
Bebekler hayta hayta yürümeden
Geleceğim diyorum, geleceğim sana
Ne olur kesin bir takvim sorma bana
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

Beklesen de olur, beklemesen de
Ben bir gök kuruşum sırmalı kesende
Gecesi uzun süren karlar-buzlar ülkesinde
Hangi ses yürekten çağırır beni sana
Geleceğim diyorum, takvim sorma bana
-Ihlamur çiçek açtığı zaman.

Bu şiir böyle doğarken dost elin elimdeydi
Sen bir zümrüd-ü ankaydın, elim tüylerine deydi
Sevda duvarını aştım, sendeki bu tılsım neydi?
Başka bir gezegende de olsan dönüşüm hep sana
Kesin bir gün belirtemem, n`olur takvim sorma bana
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

Eski dikişler sökülür de kanama başlarsa yeniden
Yaralarıma en acı tütünleri basacağım ben
Yeter ki bir çağır beni çiçeklendiğin yerden
Gemileri yaksalar da geleceğim sana
On iki ayın birisinde, kesin takvim sorma bana
-Ihlamur çiçek açtığı zaman.

Bak işte, notalar karıştı, ezgiler muhalif
Hava kurşun gibi ağır, yağmursa arsız
Ey benim alfabemdeki kadîm Elif
Ne güzellik, ne de tat var baharsız
Güzellikleri yaşamak için geleceğim sana
Geleceğim diyorum, biraz mühlet tanı bana
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

Ihlamurlar çiçek açtığı zaman
Ben güneş gibi gireceğim her dar kapıdan
Kimseye uğramam ben sana uğramadan
Kavlime sâdıkım, sâdıkım sana
Takvim sorup hudut çizdirme bana
Ben sana çiçeklerle geleceğim
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

Bilirsin ki burda değilim artık
Ihlamurlar çiçek açtığı zaman! ...
Gelir benim yüreğimde toplanır,
Dağların üstünden sıyrılan duman.
Bir yanım mosmordur, bir yanım beyaz,
Bir yanım karakış, bir yanım ilk yaz.
Can evime bakışların saplanır;
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman!

Ihlamurlar çiçek açtığı zaman;
Ne sen gurbetçisin, ne ben sılacı.
Senden gayrısına bakmam mümkün mü;
Gözlerimi esir alan dağlardan.
Kapımı üç defa çalan postacı
Adresinde yok! Diye notlar düşer,
Eski adresimde bir hüzün eser;
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman!

Eski adresimse kurumuş bir gül,
Gizemli bir ıtır, domur domur kan,
Yaba yaba yelde savrulur gönül,
Firkatli turnalar geçer uzaktan.
Dalgınlığım debimetre tanımaz,
Başım çarpar bir gemi bordasına
Düşerim bir girdabın ortasına
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman!

Birden bezeklenir sevda haritam,
Ihlamurlar çiçek açtığı zaman...
Lâleler toplarım ben tutam tutam,
Bizim için çalar kıvrak bir keman.
Gök papatya, yer ise lâle bahçesi,
Aşka ışık dokur kuşların sesi.
Seninle hep aynı yerde oluruz;
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman!

Kumaşı eprimiş üç mevsim geçer,
İlkyazla uyanır derin uyuyan.
Tan sesine cıvıldaşır serçeler,
Sevdadır anlıma namlu dayayan.
Havuzuma ay ışığı dökülür.
Bilirsin ki burda değilim artık,
Ruhum yağmur yağmur göğe çekilir;
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman!

Gülde çiy damlası... Buzum sırçayım;
Güneşe çarpınca param parçayım.
Bir gün Emirgândayım, bir Kanlıcada,
Üsküdarda, Beykozda, Çamlıcada.
Şehir bir hançerken kan burgacında.
Mekâna sığar mı bu deli yürek?
Bir sevda çeşmesi, bu deli yürek.
Baylanır, beklerken baygın düşerim;
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman!

Saçlarına pütür pütür yapışmış,
Gözlerinin rengi ile sıvanmış
Bir avuç kuru çiçek topladım.
Kırılıp dökülmesinler diye
Sevgiyle, özenle tek tek topladım.
Yürek fideledim zamana ve mekâna,
Hasat vakti geldi yürek topladım.

Belli ki bu yıl da vuslat gecikecek
Aşıdır, serumdur, besindir her umut,
Ey sevgili umudunu diri tut!
Bedenim hür değil, mühlet ver bana,
Er veya geç çıkıp geleceğim sana;
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman!

Mevsimi geçiyormuş, geçsin varsın,
Hep böyle dönüyor zaman tekeri.
Biri gider, biri gelir mevsimlerin,
Sonsuzluğu, diri aşklarla kucaklarsın.
Acılardan damıtırsın şekeri,
Sabrı da güzel olur çeyizi hazır kızların.
En ışıltılı çağında yıldızların
Kaç bıldır öteden göz kırpar bana,
Her umut bir yoldaş, her dert âşina.

Sorma ıhlamurlar ne zaman çiçek açar?
Beni güneşin ortasına atsalar da
Yanarım, pişerim, gelirim sana;
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman...

Bahaeddin KARAKOÇ


GÜLLERİN EFENDİSİ ÇANAKKALE'DE

Posted by Adsız On 0 yorum

GÜLLERİN EFENDİSİ ÇANAKKALE'DE
Kıştan yeni çıkmış ıslak ve bereketli toprak, ilkbahar güneşine göğsünü açmış, bağrında hayatla ilgili ne var ne yoksa hepsini ortaya dökmeye hazırlanırken, Çanakkale'de nice civanlar daha ölmeden diri diri mezara konuyordu.
Bahar, dallarda çiçek çiçek gülerken, analar, kınalı kuzularına, kızlar, gelinler sevgililerine ağlıyordu. Baharın geleneğine uyarak kuşlar, doğacak yavruları için yuvalar yaparken, Çanakkale'de her gün yuvalar yıkılıyor, yavrular yetim kalıyordu.
Mum ışığında, kandil ışığında cephedeki evlatlarına elbise dikiyor, çorap örüyordu, yüreği yanık bacılar, analar.
Anadolu fakirdi.
Kahraman Mehmetçikler, kazma, kürek gibi en basit malzemeleri bile geceleri düşmana baskın yaparak temin edebiliyor, geceleri siperlerde örtüsüz yatıyor, kum torbalarından elbise dikiyorlardı.
Gömleksiz göğüslerini siper ediyorlardı, hayasız akınlara
Yaralarını, yedeği olmayan gömleklerini yırtarak sarıyorlardı.
Yokluk her tarafta kendini hissettiriyordu.
Sığınak keresteleri, engel telleri, yıkılan, terk edilen köylerden, evlerden temin ediliyordu.
Mehmetçik sadece düşmanla değil, sinek ordularıyla, yoklukla, salgın hastalıklarla, açlıkla da savaşıyordu.
Lise son sınıf öğrencileri bile cepheye koşuyor, On Beşliler'in, taze bedenleri, papatyaların, gelinciklerin üstlerine düşüyordu.
"Öleni ölüyor... Üç dakikaya kadar öleceğini bildiği halde, en ufak bir çekinme bile göstermeden; bilenlerin elinde Kur'an, bilmeyenlerin dilinde Kelime-i Şahadet, sıralarını bekliyor ve Cennet'e girmeye hazırlanıyorlardı."
Hücuma kalkmadan önce siperlerde birbirleri ile helalleşiyor, sevdiklerinin yemenilerini boyunlarına dolayarak şimşek hızıyla düşman saflarına dalıyorlardı.
Gezginci kaleler denilen dev gemilerden devamlı salvo ateşleri yapılıyor, top mermilerinin patlamasıyla göklere savrulan gövdeler, garip gölgeler oluşturuyordu kanlı sırtlarda.
Güneşler, Mehmet, diyerek batıyor, mehtap, akşamları mor bulutların arasından Mehmet, diye doğuyordu.
Ve ateşi gittikçe yükselen bir cehenneme dönüyordu, Çanakkale.
Bu durum, yardım istenecek durumdu.
Ama böyle zor bir zamanda kimden yardım istenebilirdi?
Kim yardıma gelirdi?
Bütün bir Anadolu kadınıyla, erkeğiyle, askeriyle, komutanıyla tek yürek olmuş dualar ediyordu.
"Ey yerlerin ve göklerin Rabbi! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Halikı! Sen, bütün buraları bu millete verdin. Yine onlar da bırak! Çünkü böyle güzel yerler ve şu nimetler, seni takdis ve senin yüceliğini tasdik eden bu millete mahsustur."
Hele Bir gün... Fransızlar amansız bir saldırıyla, siperlerimizi bir bir geçmeye başlarlar. Çiğnenen sadece toprak değildir. O toprağı çiğneyerek geçenler Mehmetçiklerin analarına, bacılarına, mabetlerine koşuyordu. Namusa değecekti namahrem eli.
Gelibolu geçilirse ne vatan kalırdı, ne de kitap.
Sonrasını, Yüzbaşı Doktor Hikmet Arda anlatıyor;
"Ben yaralılarla uğraşırken bir anda etrafımızı Senegalli siyahî askerler sardı. Sonumuzun geldiğini düşündüm. Askeri gücümüz bozulmuş, birliğimiz dağılmış ve geri çekilmeye başlamıştık. Siperler ağır ağır boşalıyordu. Bu ise büyük bir felaket demekti, çünkü Alçıtepe düşebilirdi.
İşte o anda, eşi vefat ettiği için on üç yaşındaki öksüz oğlu Emrullah da hep yanında olan binbaşı Lütfi Bey, kılcını havaya kaldırarak gök gürler gibi;
"Yetiş ya Muhammed! Kitabın elden gidiyor " diye bağırarak, düşman hatlarına doğru koştu.
Bu sesi duyan askerlerimiz yeniden toparlanıp Binbaşı'nın ardınca düşman saflarına saldırdı. Kereviz Dere'yi "Allah! Allah!" nidaları, Afrikalıların feryatları inletti.
2. Alay'ın askerleri bulutlar gibi denize doğru akıp gittiler. İşte o an Çanakkale harbi kazanıldı. Alçı Tepe kurtarıldı."
İşte o an... Bulutlar, süvari birlikleri gibi oradan oraya koşmakta, gökyüzünde yeşil kuşlar uçmaktadır.
"Mehmetlerin ardında koca bir kâinat
En üst düzeyde savaş alarmına geçmiştir."
Bulutlar sevkiyatta, rüzgârlar harp halindedir.
Merhum Necip Fazıl'ın Maraş müdafaası için dediği gibi; madde ruhun emrine girmiş, kan, ateşi yutmuş, kemik, çeliğe direnmiş, şehitlerin ruhları tunçtan duvar örmüştür, Çanakkale'de.
Kaybetme kuşağında gelmiştir, zafer. Hem de milletçe çok ihtiyacımız olduğu bir zamanda.
Yıllar var ki bütün cephelerde art ardına hep bozgunlar yaşıyor, hiç zafer yüzü görmüyorduk.
Ve Çanakkale geçilemez.
Çanakkale, daha henüz her şeyin bitmediğini gösteren bir umut meşalesi olur.
Sadece Anadolu insanı değil, bütün dünya Müslümanları sevinç gözyaşları döker.
Çanakkale Savaşı'ndan on üç yıl sonra 1928'de Osmanlının son devir âlimlerinden Cemal Öğüt Hoca, hacca gider.
Mekke'den sonra Medine'ye de uğrar.
On yıl kadar önce bıraktığımız Medine mahzundur. Mor bulutlar çatılıdır gökyüzünde. Çöl aslanı Fahreddin Paşa'nın İngilizlere esir giderken gümüş parmaklığına yaslanıp;
"Ya Rasulullah! Ben seni korumak için gelmiştim ama beni de korumak sana düştü" diyerek gözyaşları içinde bıraktığı mahzun türbenin emektar türbedarı ise hala görevinin başındadır. Bu nur yüzlü türbedarın Osmanlı'ya olan derin saygısı Cemal Hoca'nın dikkatini çeker.
Bir gün; "Sizde Osmanlı'ya karşı derin bir muhabbet görüyorum, bunun özel bir sebebi var mı?"diye sorar. Nurani türbedar daldığı derin uykudan uyanır gibi başını kaldırarak;
"Allah ve Rasulü'nün sevgisi, Osmanlı'yı sevmemi gerektirir,"der.
Hoca tatmin olmaz.
Hoca bir sırrın varlığını fark ederek, ısrar eder.
Türbedar; "1915'in hac mevsimi idi." diye başlar söze.
Ağır ağır, tane tane konuşur.
Kelimeler bir alev topu gibi dökülür dudaklarından;
"Çanakkale'de kanlı savaşlar oluyordu. O yıl hacca gelenlerin içinde Hindistan ulemâsından, âlim, zahit, keşfi açık bir Allah dostu da vardı.
Bu zat sohbetlerinde ağlıyor, namazlarında ağlıyor, yolda yürürken ağlıyordu.
Gece gündüz ağlıyordu.
Nurani yüzü her daim mahzundu. Bir gün dayanamayıp sordum;
"A be efendim! Neden bu kadar ağlıyorsunuz, Güllerin Efendisi'nin yanındasınız bu sizi sevindirmesi gerekmez mi? dedim. Dolu dolu gözlerle yüzüme bakarak;
'Ben nice senelerin hasretiyle geldim buralara. Kâinat'ın Efendisi'nin kokusunu, ruhaniyetini ta Hindistan'dan alırdım. Şimdi buralara geldim, Efendim'in Kabr-i Şerifi başındayım, ama Hindistan'da aldığım feyiz ve nuranîliği burada bulamadım. Bu ne hâldir, diye düşünüyorum, acaba bir günah mı işledim, bir suçum mu var? Efendim benim üzerimden himmetini çekti mi? Ya da Efendim, burada değil, burada olsa onu hisseder, onun ruhaniyetinden bereketlenirdim. Bu hâl beni perişan etti...İşte ızdırabımın sebebi budur.' dedi.
Hindistanlı bu Hak dostunun anlattıkları çok dokunmuştu bana. İçime bir ateş düştü. Rasulullah türbesinde olmayabilir miydi?
Dikenli bir yolda yürüyor gibi yaralanmıştı yüreğim. O gece sabaha karşı rüyamda Güllerin Efendisi(s.a.v)' i gördüm. Gül yüzü pek mahzundu. Utancımdan gündüz konuştuğumuz konu hakkında bir şey soramadım. Ama O (s.a.v) buyurdular ki;
"Evet, hissedilen doğrudur, çok zor durumda bulunan asker evlatlarımı yalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı.
Ben şimdi Medine'mde değilim, Çanakkale'deyim!"
HARUN TOKAK


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Sayfamızı Beğenmenizle
Mutluluk Duyarız